Tarih dersi ilkçağ konu anlatımı, İLK DEMİR ÇAĞI VE GEÇ HİTİT dönemi, Hititler, frigler, Urartu uygarlığı ile ilgili konu anlatımları

İLK DEMİR ÇAĞI VE GEÇ HİTİT DÖNEMİ
Işıl Muslubaş – Gülay Topaloğlu
İ.Ö. 12. yüzyıl başlarında batıdan gelen Ege göçleri ile Anadolu’nun önemli kentlerinin hemen hepsi yakılıp yakılmış ve Hitit İmparatorluğu ortadan kalkmıştır. Bu imparatorluğun yıkılmasından sonra belgelere rastlanılmadığından, İ.Ö. 8. yüzyılda Frig Krallığı’nın ortaya çıkmasına kadar yaklaşık dört yüzyıl süren karanlık bir dönem ile karışlaşılmaktadır. Anadolu ılk Demir çağı boyunca, çeşitli topluluklardan oluşan irili ufaklı krallık ve beyliklere bölünmüştü. Güneydoğu Anadolu ve kuzey Suriye’de Geç Hitit Krallığı, Doğu Anadolu’da Urartu Krallığı, ıç Anadolu platosunda Frig Krallığı, Batı Anadolu’da Lidya Krallığı, Güneybatı Anadolu sahillerinde de Karya ve Likya Krallıkları bulunuyordu.
Yazılı kaynaklar ve arkeolojik veriler Güney Anadolu ve Kuzey Suriye’de Luvi, Arami ve Hitit gibi çeşitli etnik gruplardan oluşan küçük kent devletlerinin varlığını ortaya koyar. Araştırıcılar bu küçük kent devletlerine Geç Hitit Devletleri, Kuzey Suriye Krallıkları, Suriye-Hitit Devletleri gibi adlar vermektedir. Bu topluluklar dini tören ve sembollerde Hitit geleneğine bağlı kalmışlardır. Zaten krallarının adları da Hitit imparator adlarının değişik biçimleridir. Bu kentlerde idari ve dinsel işlevli anıtsal yapılar, yerleşmenin tepesinde ek bir savunma sistemi ile korunan kaleyi oluşturmaktadır. Halkın yerleşimi ise aşağıda oldukça geniş bir alana yayılıyordu. Kent bazen köşeli, bazen yuvarlak planlı, çifte duvarlı ve kuleli bir sur ile çevrilir, anıtsal merdivenleri ve meydanları ile bir bütün olarak planlanırdı. Gaziantep yakınındaki Zincirli bu tür kentlerden biridir. Bu kentte yuvarlak planlı sur üç kapı ile dışarı açılmaktadır. Kaleye giden yola açılan güney kapısı özel bir savunma sistemine sahiptir. Bu özel sistemle düşman açık hedef haline getirilmiştir. Bu durum askeri mimaride erişilmiş üstün bir noktadır. Bu kapı mekanları barış dönemlerinde agora olarak kullanılıyor, ihtiyarlar meclisi burada toplanıyor, seçkin kişiler burada buluşup iş görüşmeleri yapıyorladı. Tepede ise avluların çevresine yerleştirilmiş hilanilerden oluşan saray kompleksi bulunmaktadır. Öncülerine IŞ. binde Antakya yakınında rastladığımız hilani planı, Geç Hitit Krallıkları için 9. ve 8. yüzyıllarda vazgeçilmez bir mimari biçim olmuştur. Hilanilerde merdivenle ulaşılan bir ya da üç sütunlu girişten sonra, ocaklı büyük kabul salonuna varılır. Salonun arkasında kanalizasyon sistemi olan tuvalet, banyo, özel odalar ve depolar yer alır.
Hilani planı kendi başına bir bütündür. Bu yüzden ne başka yapılarla birleşip tek bir yapı olabilir, ne de eklentilerle genişletilebilir. Bu durum, Zincirli’deki örneklerde açık olarak görülmektedir. Sarayların çoğu sütun dizisine sahip avluların çevresinde yer alıyordu. Bu avluların görkemli giriş kapılarına da anıtsal merdivenlerle ulaşılmaktaydı. Karkamış’ta ortaya çıkarılan merdivenler bunun güzel bir örneğidir.
Geç Hitit Krallıkları sanatında heykeltraşlık mimari ile kaynaşmış, giderek onun hizmetine girmiştir. Anıtsal yapılarda cephelerin alt kısımları “Ortostat” diye adlandırılan kabartmalı taş blok ve levhalarla kaplanmıştır. Bu yöntemle hem doğa şartlarından korunma, hem de süsleme amaçlanmıştır. Bu tür yapıtların ilk örneklerini kabartmasız olarak II. binde Yarim Lim ve Nigmepa saraylarında görmekteyiz. Hitit imparatorluk döneminin ürünleri olan Alacahöyük kabartmalı kapı ortostatları, bu tür yapıtların güzel bir örneğidir. Geç Hitit sanatının bu alandaki en eski örnekleri ise Malatya Kapı Ortostatları’dır. Dinsel konuların Hitit imparatorluk geleneği ile işlendiği bu yapıtlarda, fırtına tanrısı Teşup ile ilgili öyküler bulunmaktadır. Zincirli’deki kent ve kale kapısı kabartmalarında ise Asur etkisi görülür. Ama bu yapıtlarda herhangi bir konu birliğinden söz edilemez. Heykeltraşlığın mimaride kullanılan bir başka ögesi de sütun altlıklarıdır. Ustaca desenlenmiş taş sütun altlıkları bağımsız bir öge olarak, 8.yüzyıldan itibaren Güneydoğu Anadolu ve Suriye’de yaygın bir biçimde kullanılmıştır. Zincirli’deki kemerli ve yaprak bezemeli örnekler bunlar arasında ilk akla gelenlerdendir.
Hayvan biçimli altlıklar, Geç Hitit sanatının getirdiği yeniliklerden biridir. Boğazköy’de kapıların iki yanındaki duvarı taşıyan yekpare blokların ön kısımlarında heykel, gövde kısımlarında ise kabartma olarak işlenmiş aslan ve sefenks tasvirleri bulunmaktadır. Maraş Aslanı (İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi) ise bunun küçük ama o ölçüde de başarılı bir örneğidir. Bu form zaman içinde gelişmiş, ortaya hayvan heykeli biçimli sütun altlıkları çıkmıştır. Zincirli’deki 8. yüzyılın son çeyreğine ait olan çifte sfenksli sütun kaidesi bu alanda ilginç bir örnektir. Heykel biçimli bu tür taşıyıcılar ve sütunlar, heykelciliğin mimarinin hizmetine girdiğini gösteriyor.
Tell Halaf Saray-Tapınak’ın mimarı Abdi ılimu yalnızca hilani planını en olgun durumuna ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda olağanüstü başarıya ulaşmış yeni bir taşıyıcı eleman da ortaya koymuştur. Kapının girişinde kutsal hayvanların üzerinde yer alan tanrı heykelleri çatıyı taşımaktadır. Sağda ana tanrıça dişi aslanın, ortada fırtına tanrısı Teşup boğanın, solda da oğlu aslanın üzerine yerleştirilmiştir. Hurri ve Hitit esprisindeki bu üçlü tanrı kompozisyonunun konu açısından erken örneği ise, 13. yüzyılda Hititlerin ünlü Yazılıkaya anıtında görülmektedir. Geç Hitit heykelciliğinde mimariye bağlı olmayan anıtsal örnekler de bulunmaktadır. Oransız vücut ölçüleri ile dikkati çeken bu heykellerden Malatya ve Zincirli kral heykelleri en tanınmış olanlarıdır.
Su kaynakları yakınında anıt yapma geleneği, Geç Hititlerde de sürmüştür. Konya Ereğlisi’ne bağlı ıvriz’deki anıt bunun bir örneğidir. ıvriz Kaya Kabartması olarak bilinen bu yapıtta bereket tanrısı önünde dua eden kral betimlenmiştir. Yoğun Asur ve Arami etkilerinin görüldüğü kabartmada kralın giysisindeki Frig ürünü aksesuarlar hem dönemin modasını yansıtır, hem de komıular arasındaki alışverişi gözler önüne serer.
Geç Hitit heykelciliğinin önemli bir kolu da mezar taşlarıdır (stel). Törensel cenaze yemeklerini ve aile yaşamından sahneleri yansıtan bu taşlarda, ölünün kişiliğini yansıtan özellikler de özel eşyaları ile belirtilmiştir. Bu bölgedeki atölyeler 8. yüzyıl boyunca süren serbest ticaret ve sanat alanındaki canlılık nedeniyle heykel sanatına yeni bir anlayış getirmişlerdir. Figürlere üzgün, öfkeli, kederli neşeli ifadeler verilmiş, bu yolla lirik bir gerçekçiliğe varılmıştır. Yerleşimin dışına dikilen bu mezar taşlarının önünde dini törenler yapılmaktaydı.
Anadolu’daki bir başka uygarlık ise bölgeye Trakya yoluyla gelmiş Hint-Avrupa soyundan bir kabile olan Friglerdir. Friglerin iç batı Anadolu platosuna ne zaman yerleştikleri bilinmiyor. Ama bu bölge, antik çağda Frigya olarak anılıyordu. Frigler İ.Ö. 8. yüzyıl ortalarında güçlü bir krallık olarak tarih sahnesine çıkmışlar, Anadolu karayolu ticaretinin önem kazanmasıyla Ön Asya’da büyük bir güç haline gelmişlerdir. Friglerin kendine özgü yazısı ve gelişmiş bir kültürleri vardı. 7. yüzyıl başlarında göçebe Kimmerlerin akınları ile karışlaşmışlar, kısa bir süre sonra kısmen Lidya Krallığının idaresi altına girmişler, 546’da da Pers istilası ile siyasal bağımsızlıklarını tümüyle yitirmişlerdir. Frig Krallığının merkezi, Afyon ile Eskişehir arasındaki dağlık bölge idi. Yayılım alanları ve gerçek güçleri, şimdilik tam olarak saptanamamaktadır.
Krallığın başkenti, Sakarya ırmağı kenarında surlarla çevrili bir kent olan Gordion’dur. Polatlı yakınındaki bu kentte yapılan kazılar, Frig uygarlığının karanlıkta kalan pek çok yönünü aydınlatmıştır. Bu kazılarda Gordion surlarının küçük bir bölümü bulunmuştur. Kuleli olup olmadığı bilinmeyen bu surların doğu yönünde anıtsal bir kapısı bulunmaktadır. Askeri mimarinin etkileyici bir örneği olan bu kapı, dönemin silah ve savaş taktiklerine uygun olarak planlanmıştır.
Kapının biraz ilerisinde, onunla bağıntılı olmayan taş kaplamalı büyük bir meydan vardır. Meydanın kenarında yer alan irili ufaklı yapıların hepsinde aynı plan, “Megeron” planı uygulanmıştır. Megaron planı, batı Anadolu’da İ.Ö.III. binden beri kullanılıyordu. Ama Frigler bu planı ihtiyaçlarına göre çeşitli boyutlarda uygulamışlardır. Gordion megaronlarının en büyüğünde iç odada ahşap direklerin taşıdığı galeriler bulunuyordu. Bu yapının sarayın ziyafet salonu, toplantı ya da kabul odası gibi bir işlevi olduğu sanılmaktadır. Megaronların üstlerini tepesi sivri çifte meyilli çatıyla örten Frigler, ayrıca kendilerine özgü bir durum olarak, yapının ana planından bağımsız bir biçimde iç odada galeriler yapmışlardır.
Friglerin yapı malzemeleri ahşap, taş, ker*** ve kamıştı. Hafif ve kolay işlenen kireçtaşı ve kumtaşını da kullanan Frigler, taş duvar işçiliğinde oldukça başarılıydılar. Bunun en güzel kanıtı da surlarının duvarlarıdır. ıç ve dış yüzeyleri işlenmiş taş bloklar düzgün sıralar halinde örülür, araları ise ahşap direklerle bağlanarak moloz ve taş parçacıkları ile doldurulurdu. Yapılarda ker*** duvar içine yerleştirilen tahta çerçeve duvarın dayanıklılığını güçlendiriyordu. Çok sık kullandıkları ahşap malzeme yapılarının hemen her yerinde bulunabiliyordu. Ev biçimli mezar odalarındaki ahşap işçiliği, Friglerin bu alandaki ustalığını sergiler. Bu yapıtlarda çivi kullanılmamıştır. Salt geçme tekniği ile yapılmış ahşap duvarlar bu dönemin en başarılı ürünleri arasındadır.
Gordion ve Ankara çevresinde yapılan kazılardaki buluntular Frig sanatını tanımamızı sağlıyor. Bu buluntular, Friglerin ahşap işleme sanatında eriştikleri üstün düzeyi gözler önüne sermektedir. Araştırmacılar bu yapıtlardaki geometrik motifleri Friglerin batıdan getirdiklerini ileri sürerler. Aynı motifleri çanak çömlek üzerinde de görmekteyiz. Bunlar çoğu kez kabı tümüyle kaplamaktadır. Bu geometrik desenlere bazen de aslan, boğa, geyik, karaca ve kuş gibi figürlü kompozisyonların zemininde rastlanır. Bu yapıtlar teknik açıdan incelendiğinde, Friglerin çanak çömlek yapımında da üst düzeyde bir tekniğe sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Törenlerde kullandıkları hayvan biçimli kaplar, oluğa benzeyen çok uzun emzikli ve süzgeçli içki kapları, testiler, kase ve tabaklar hem boyalı hem de tek renkli olarak yapılmıştır.
Kazılarda bulunan, tunç dökümünde kullandıkları pota parçaları ve çeşitli aletler Friglerdeki maden endüstrisinin varlığına işaret etmektedir. Çeşitli biçimlerdeki kazan ve güğümler, yetkin formlarının yanı sıra yapım tekniklerindeki ustalık açısından da dikkati çekmektedir. Haman taslarına benzeyen ortası göbekli içki kapları da Friglerin bir buluşudur.
Frigler giysilerini tutturmada kullandıkları çengelli iğnelerde (fibula) kendilerine özgü bir tip yaratmışlardır. Bu uygarlığın adıyla anılan bazı modeller o dönemde bir hayli yaygınlaşmış, Akdeniz’den Mezopotamya’ya değin pek çok yerde kullanılmıştır. Frigli ustaların becerisini yansıtan bir başka örnek de olasılıkla kral ailesinden bir çocuğa ait olan dört atlı araba modelidir (Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, İ.Ö.8.yüzyıl sonu – 7. yüzyıl başı). Tunçtan yapılmış bu oyuncakta ayrıntılar birbirlerine oranlı olarak küçültülmüştür.
Friglerin taş yontu sanatına ait en ilginç örnekler kaya anıtlarıdır. Bu tür anıtların işlevleri konusunda kesin bir bilgimiz yok. Yalnız, Yazılıkaya Anıtı’nda olduğu gibi, zengin süslemeler ve Kibele figürüne dayanılarak, adı geçen tanrıça için yapılmış birer kült yeri oldukları ileri sürülmektedir. Öte yandan, tek ya da grup halindeki kabartma ve heykel Kibele tasvirleri, Anadolu’da tarih öncesi çağlardan beri var olan ana tanrıça kültünü Friglerin de benimsediğini göstermektedir.
Frig uygarlığında öteki uygarlıkların etki ve izlerini de buluruz. Frigler bu etkileri kendi yaşam biçimleri ve dünya görüşleri ile yoğurarak özgün bir sanat üslubu yaratmayı bilmişlerdir. Siyasal egemenliğin 6.yüzyılda son bulmasına rağmen, Frig kültürü iç batı Anadolu’da varlığını uzun yıllar sürdürmüştür.
Anadolu’nun bir başka önemli uygarlığı da Urartulardır. Bu uygarlığın yaratıcıları kendilerine “Biannili” adını vermelerine rağmen, tarihe çağdaşları Asurluların “Urartu” tanımıyla geçmişlerdir. Urartu devletinin merkezi Van gölü ve çevresi idi. Ama sınırları Urmiye gölünden Fırat vadisine, Kafkasya’nın güneyindeki Gökçe gölden aşağıda Musul’a, Haleb’e ve Akdeniz’e kadar uzanıyordu. Urartuların başkenti bugün Van kalesi olarak bilinen Tuşpa idi. İ.Ö. 900 – 550 yıllarında tarih sahnesinde kalmış olan Urartular, yerleşme yerleri olarak doğal savunmaya elverişli, yakınında su kaynağı olan, genellikle kayalarla çevrili yüksek bir tepeyi, bir dağ yamacını seçmişlerdir. Başkent Tuşpa’nın kurulduğu Van kalesi de bu tür bir yerleşimdir. Van kalesi deniz seviyesinden 1700 m. yüksekte, anıtsal bir kayalıktadır. Urartuların savunmayı bu denli ön planda tutmalarının nedeni ise, Mezopotamya’da güçlü bir devlet olan Asurluların yağma ve istilalarından korunma çabası idi.
Yerleşiminin tepedeki kale bölümünde saray, tapınak, atölye ve depo gibi kamu ve yönetim yapıları yer alıyor, bu yapılar kentin karakterine göre değişiyordu. Yerleşim, yönetim merkezi olarak kurulmuş ise saray ve tapınak, üretim merkezi olarak kurulmuş ise atölye ve depolar inşa ediliyordu. Bu tür yerleşimlerden biri de Çavuştepe Kalesi’dir. Sur duvarlarının olağanüstü denebilecek güzellikte yapılmış olması, burasının askeri bir merkezden çok yönetim ve üretim merkezi olduğunu göstermektedir. Çünkü askeri amaçla kurulan Urartu kalelerinin hiçbirinde, bu denli özenle işlenmiş sur duvarı yoktur. Kaleler genellikle ana kayaya oturmuş olduğundan surlar için ayrıca temel yapılmamış, işlenmiş taş bloklar kayaya basamak biçiminde açılmış yuvalara yerleştirilmiştir. Bunun güzel bir örneği Çavuştepe’de görülmektedir. Üç-dört metre kalınlığındaki surların üst kısımları ise ker***ten yapılmıştır.
Urartular teokratik bir devletti. Her şey, baştanrı Haldi için yapılır, onun adına tapınaklar inşa edilir, her gün onlarca hayvan, sığır, koyun kurban edilir, ayrıca kıymetli madenlerden, taşlardan ve fildişinden yapılmış çeşitli zengin eşyalar adanırdı. Bu tanrı için yapılmış tapınaklara en iyi örneklerden biri, Altıntepe’deki Saray-Tapınak’tır. Kare planlı bu yapı bir saray kompleksinin içinde yer almaktadır. “Portik” diye adlandırdığımız sütun dizisine sahip kalın bir duvar ile çevrili avlunun ortasında ise, bu tür tapınakların en kutsal bölümü “Cella” bulunmaktadır. Cella ile portik arasında kalan bölümün üstü açıktır. Portiğin çatısı da iyi işlenmiş taş altlıklara oturan zarif sütunlarca taşınıyordu. Tapınağın odalarının duvarlarında resimler bulunuyordu. Bu odalardan biri kabul salonu olarak, öteki de dini törenlerde kullanılıyordu. Resimler oldukça kötü durumdadır. Yine de bunların tamamlanmış halini gösteren çizimlerden, yapıtların ne denli ince bir işçiliğe sahip oldukları konusunda bir fikir edinilebiliyor. Açık mavi boyalı duvar üzerine kırmızı, açık kahverengi ve beyaz renklerle kanatlı cin, nar, palmet ve aslanın yanı sıra geometrik motifler de başarıyla uygulanmıştır. Elindeki kap ve kozalakla hayat ağacını aşılayan tanrıça, kabul salonundaki duvar resimlerinin ilginç örneklerinden biridir. Yaşam ile ölümü simgeleyen ve ilk çağlardan beri kutsal bir anlamı olan ağaç, Urartu sanatının da vazgeçilmiz bir ögesi durumundadır.
Altıntepe’de soylu insanlara ait çok sayıda mezar yapısı da ortaya çıkarılmıştır. Bunlar planları, taş işçiliği ve ölü hediyelerinin zenginliği bakımından Yakın Doğu’daki mezar anıtlarının en önemlileri arasında yer alırlar. Bu mezar odaları toprak altına kesme taşlarla inşa edilmiştir. Duvarlarında ise adak eşyaları için nişler vardır. Üstleri ise ya düz bir biçimde ya da yalancı kemer tarzında iri taş bloklarla kapatılmış, bunun da üstü ker*** ve iri moloz taşlarla hiç görülmeyecek şekilde büyük bir dikkatle örülmüştür. Bu yapılarda her mezarın aslında bir evin modeli olması gibi, ilginç bir durumla karışlaşırız. Bu mezarlarda altın, gümüş, tunç, demir, fildişi, pişmiş toprak, taş ve fayanstan yapılan çok sayıda eşya, ağaç sandalyeler, silahlar bulunmuştur.
Altıntepe’deki mezar ve tapınaklarda bulunan sanat yapıtlarından Urartuların mimarinin yanı sıra maden işçiliğinde de çok ileri oldukları anlaşılmaktadır. Ürettikleri madeni eşyalar öteki uygarlıklar tarafından da çok beğeniliyordu. Urartuların bu yapıtları, doğu-batı yüksek karayolunu ellerinde tutmaları nedeniyle çok geniş bir alana yayılmıştır. Dostları ve komıuları olan Friglerin kral mezarlarında Urartu yapıtlarının bulunmuş olması bunu kanıtlamaktadır.
Urartu beyleri her kalede hazır yiyecek maddeleri bulundurulmasına çok özen göstermişler, depolarını uzun kış mevsimine ve düşman saldırılarına karış sürekli dolu tutmuşlardır. Bu depolarda 150.000 litre şarap 80-90 küp içinde saklanabiliyordu. Ayrıca buğday, arpa, fasulye ve susam yağı gibi yiyecekler de küpler içinde depolanıyordu.
Ele geçen örnekler, Urartulu sanatçıların fildişi alanında da üstün bir düzeye ulaşmış olduklarını göstermektedir. Urartulu sanatçının çok sık betimlediği aslan figürü fildişi yapıtlarda da karışmıza çıkmaktadır. Oturur ve yatar biçimde betimlenmiş aslanların (Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi) mobilyaların birer parçası olduğu sanılmaktadır. Bu alandaki en ilginç örneklerden biri de oyma geyik kabartmasıdır (Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi). Bu kompozisyonda hayat ağacı önünde başı geriye dönük olarak bir geyik figürü betimlenmiştir.
Urartu Krallığı İ.Ö. 550’de Medler tarafından yakılmıştır. Yine de Doğu Anadolu’da Urartu geleneği yüzyıllar boyunca varlığını güçlü bir biçimde sürdürmüştür.
Kaynak: www.englishpage.blogcu.com izni ile alınmıştır

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.