“Adaletin aklını kaybettiği
yerde felsefe susar.”(1)
Modernitenin köklü mitoslarından biri, “ilkel/geleneksel” zihniyetin kutsallar, dogmalar, adetler, gelenekler vb.nin yönetiminde statik bir kurgu iken “modern” zihnin kuşkuculuk, sorgulayıcılık, dinamizm, akılcılık, eleştirellik, değişkenlik, ilerleyicilik… vb. niteliklerle tanımlandığı yolundadır.
Oysa modernitenin kendisinin de yabana atılmayacak kadar dogması, “doxa”sı,(2) sorgu-sual tanımayan önkabulü olduğu gerçeği, artık yabancımız değil. Tıpkı nihayetinde onun da bir sınıfsal “mamûl” olduğu, bir sınıf egemenliğinin (XVIII. yüzyıl ve sonrası Batı burjuvazisi) ideolojik tahkimatını oluşturduğu gerçeği gibi…
Ne ki, “modern” olarak şekillenmiş zihinlerimizin modernitenin dogma ve doxa’larını deşifre etmesi, pek de kolay değil. Hayır, bunlar içinden çıkılmaz ölçüde karmaşık olduklarından değil; böylesi bir girişimin son derece “yalın” soruları sormayı gerektirdiğinden – oysa tüm bir eğitim-öğrenim sürecinin bize unutturduğu tam da bu: Yalın, doğrudan soruları sorabilme yeteneği.
Avukat Erdal Doğan’ın Hitit Hukuku, Belleklerdeki “Kayıp”(3) başlıklı kitabı, okuruna böyle bir soruyu sordurarak başlıyor işe. Tüm bir Batı Avrupa’nın (modern) hukukunun neden Roma Hukuku’na dayandığı sorusu..
Gerçekten de neden Roma Hukuku? En eski/köklü hukuk sistemi olduğu için mi? Roma yasalarından çok daha eskilere dayanan kodların olduğunu biliyoruz. Tarihsel süregenliğinden olabilir mi? Roma Hukuku’nun en kapsamlı derlemesi kabul edilen ve Batı Avrupa ülkelerinin medenî hukuklarına kaynaklık eden, 529-534 tarihleri arasında Bizans İmparatoru I. Justinianus’un emriyle derlenen Corpus Juris Civilis’in, Batı Avrupa’da ancak XI. yüzyılda (İtalya’da) gündeme geldiği, bunun ise İtalyan komünlerindeki tacirlerin gereksinimlerine bir yanıt olduğu kaydedilmektedir.(4) Peki, “Evrensel İnsan Hakları”na temel oluşturabilecek bir ethos’u sergilediği için olabilir mi? Bunun yanıtını da Erdal Doğan’a bırakalım:
“Roma Hukukunda, Ius Gentium’a göre kölelerin bir hakkın konusu olan varlıklar olarak eşya ve mal değerinin ötesinde hiçbir değeri yoktu. Başlangıçta kölelerin azat edilmeleri dahi yasaklanmıştır. Persona alieni iuris (başkasının hukukuna tabi) kategorisinde mütalaa edilebilecek olan kölenin konumu ius civile nazarında bir hiçti. Bu nedenle köleler ius civile’ya göre ne alacaklı, ne borçlu, ne malik, ne davalı ne de davacı olabilirlerdi. (…)
Roma Hukukunda, ergin olsun ya da olmasın, ister evli ister bekâr, her çocuk babasının yetkesi altındaydı. (…) Dahası, baba çocuğunun doğal yargıcıydı ve onu özel kararla ölüme bile mahkûm edebiliyordu. Bunun dışında, vasiyet sahibinin yetkisi sınırsızdı ve baba, çocuklarını mirastan yoksun bırakabiliyordu. (…)
Görülüyor ki Roma Hukukunda hak ehliyetine sahip olabilmek hürriyet, vatandaşlık ve aile statülerine sahip olmayı gerektirmektedir. Kölelerin dışında kişilerle kadınların vatandaşlık statüsü ve konumlandırılışı piramiter, cinsiyetçi ve feodal yapının karakteristik özellikleriyle biçimlendirilmiştir. Bu nedenle de Roma’da birden çok vatandaşlık statüsü bulunmaktadır.”(5)
Doğan, Roma Hukuku’nun “hak”ları güvence altına almaktan ne denli uzak olduğunu, küçük çiftliği güçlü komşusu tarafından gasp edilen bir mülk sahibinin hakkını arama süreci örneği üzerinden gözler önüne seriyor:
“Bu durumda normal koşullarda mağdur olan kişinin yapması gereken öncelikle; yargıç önünde şikâyetçi olmak (litis denuntiato), adaletin tecellisini sağlamak ve kamusal yetke (manus militari) aracılığıyla mallarını geri almaktır. Ama Roma’da III. yüzyıla kadar süreç şu şekilde işlemekteydi: Roma’da konumları güçlü olan kişiler ceza hukukunu ve yaptırımını kendileri uyguluyorlardı. Nitekim bu yüzden de ceza hukukundan bahsedilemezdi, güçlü komşunun saldırı ve gaspı da tümüyle medeni hukuk kapsamına giren bir suç veya suçtan çok hukukî ihlâl olarak kabul ediliyordu.
Dolayısıyla da davalı hasmı adamları ve güvenlikçilerinin arasından çekip alarak yargıç karşısına çıkarmayı sağlamak, zarar gören davacının kendisine düşmekte, duruşma günü yargıç karşısına çıkarana kadar da kendi özel hapishanesinde zincirleyerek hapsetmesi gerekiyordu. Eğer davacı onu zor kullanarak yargıç karşısına çıkartmayı başaramazsa, davanın başlaması asla mümkün olamazdı (litis contestario).
Diyelim ki davacı onu yanaşma olarak kabul eden güçlü bir kişi sayesinde bu aşamaları başardı ve mahkemeden haklı olduğuna dair bir karar aldı. Bundan sonra yapması gereken imkânı varsa kararı bizzat uygulamaktır. Ama nasıl?
Mahkeme açıklanamaz bir gariplikle, davalıyı, gasp edilen, çalınan şeyi davacıya vermeye mahkûm etmeyip, gasp edilen çiftliği kendi kaderine terk ederek, davacının davalı hasmının bütün mallarına ve topraklarına el koymasına izin veriyor; bunları mezat yoluyla satıp, yargıcın çiftlik için biçtiği değere (aestimato) eşit tutardaki parayı alması, kalanını davalıya vermesi gerekiyor.”(6)
Oysa Roma Hukuku’nun, her konuda bu denli “gevşek” ve “muğlak” olmadığını biliyoruz. Özellikle de “devletin güvenliği” ile ilgili konularda. Örneğin, Roma’nın ilk yazılı yasa derlemesi olan (İ.Ö. 367) XII Levha Kanunu’nun IX. Levhası’nda, “Kentte gece toplantılarına neden olanların ölümle cezalandırılacağı” (Yasa VI) bildirilmektedir…
Peki, “en kadîm”, tarihsel açıdan “en süregen” hukuk külliyatı olmayan, “Evrensel İnsan Hakları”yla bağlantısı kuşkulu Roma Hukuku, neden merkantil burjuvazilerin öncülüğünde yükselmekte olan Avrupa devletlerinin “temel hukuku” olarak temellük edilmiştir? Yanıtı yine Doğan’a bırakalım:
“Modern Hukukun siyasi yapısının muhafazası bakımından, kişiler üzerinde kurduğu çok sistemli ve zaptu rapt denetiminin zeminini oluşturan, çağlar arası kurduğu köprüsel bağın ve dünya medeniyet ve kültürünün önemli bir unsuru hâline gelen Roma Hukukunun seçiminin bu nedenle hiç tesadüfî olmayıp, tamamen bilinçli bir tercihin sonucu olduğu gerçeğiyle karşılaşırız.
Tarihteki somut düzenlemeleriyle, insanın doğadan koparıldığı, cinsiyetçilik ve köleliğin baskın karakter olarak belirleyici olduğu, merkeziyetçi Roma İmparatorluk Hukukunun, tüm kıta Avrupası ve Anglo Sakson hukuk sistemleri üzerindeki büyüleyici etkisi işte bu nedenledir, yani: Statükonun korunması.”(7) Bir başka deyişle seçim, tümüyle “bilinçli ve ideolojik”tir.(8)
Roma Hukuku bilinçli bir “seçim”i -ya da “hatırlama”yı- imlediği ölçüde, Hitit “hukuku” ise, yitik bir belleğin konusudur. Erdal Doğan, kitabında hukukçu gözüyle bu “yitik” belleği irdeleme işine girişmiş. Ve Roma Hukuku’yla kıyaslandığında çarpıcı bir “insancıllık”, şaşırtıcı bir “hakkaniyet” tablosu çıkarmış ortaya.
Hiç kuşku yok ki Hint-Avrupa kökenli istilacıların Anadolu’daki yerel site-devletlerin ve toplulukların üzerine yerleşmesiyle biçimlenen (yaklaşık İ.Ö. XVII. yüzyıl) Hitit devlet ve toplumu, tüm kadîm devletler gibi sınıflı bir yapı sergilemektedir: Olasılıkla istilacılardan oluşan ve Eski Krallık döneminde, aynı zamanda yüksek mahkeme işlevi gören Meclis (pankus) aracılığıyla iktidarı kral (tabarna) ile paylaşan soylular; toprak sahibi olabilen ve gerektiğinde angaryaya (luzzi) tabi tutulabilen köylüler ve araç adamları, yani zanaatkârlardan (inşaat işçileri, dokumacılar, deri işçileri, çömlek imalatçıları, demirciler…) oluşan özgür emekçiler ve aile köleleri.(9)
Evet, Hitit toplum ve devleti sınıflıdır; ancak tıpkı Güney Mezopotamya’da kendisini bin yıl kadar önceleyen’(10) Sümer site-devletleri gibi henüz inşa-hâlinde bir devlettir söz konusu olan; ve ilk yazılı yasalar, yerel güç odakları ya da soyluların merkezîleşmeye karşı direnişini kırmaya yönelik olarak formüle edilmişe benzemektedir. Nitekim, ilk yazılı yasaları derleyen Telipinu’ya dek Eski Krallık dönemine ait Kral Listeleri’nde krallık daha çok “kayınlar”, yani evlilik yoluyla kurulan bağlaşıklıklar aracılığıyla aktarılırken(11) Telipinu’dan sonra (kral olan damadının ardından), İmparatorluk döneminde krallığın babadan oğula ya da baba tarafından akrabalara -erkek kardeş, amca, vb.- aktarılması genel kural hâline gelmiş gözükmektedir.(12) Bu süreç, aynı zamanda “kabile hukuku”nu oluşturan örflerin merkezîleşen siyasal iktidar karşısında direnen ya da iktidarı paylaşan soylular elinde “suiistimal edilmesi”ne karşı, Saray’ın (kral ve çevresi), örfleri kodifye ederek meşruiyetlerini pekiştirme girişimini de yansıtmaktadırlar. Bu ise, “gökyüzü modelinde örgütlenmiş” krallığın uyruklarına (tıpkı tanrılar gibi) adil ve hakkaniyetli davranması gereğini getirmektedir gündeme. Böylelikle, örfî hukuk, “eskiden şöyle yapılırdı, şimdi ise böyle yapılır,” yollu ifadelerle genellikle yumuşatılmış, “ceza indirimleri, ölüm cezalarında kısıtlamalar, işkence ile öldürülmenin kaldırılması gibi daha insancıl yaklaşımlar”(13) başat hâle gelmiştir.
Telipinu’dan itibaren yazılı hâle gelen Hitit hukukunda -köleleri ve kadınları hukuksal özne olarak ele almayan Roma hukukunun tersine- tüm uyruklar aynı zamanda birer hukukî özne konumundadır, hatta “en güçsüzler”e karşı pozitif ayırımcılığın işaretleri çıkmaktadır karşımıza. Örneğin İmparatorluk dönemi krallarından(14) II. Tuthaliya’nın (1400-1380) yargıçlara yönelik talimatnamesinde şu ifadeler dikkati çekmektedir:
“Hangi kente dönerseniz dönün, kentin bütün insanlarını toplayınız. Her kimin bir davası varsa, onun hakkında karar veriniz ve onu memnun ediniz. Eğer bir kölenin veya hizmetkârın veya yaşlı bir kadının, bir davası varsa, hakkında karar veriniz ve onu memnun ediniz.
Basit bir davayı zorlaştırmayınız. Zor bir davayı da basitmiş gibi göstermeyiniz. Doğru olanı yapınız.”(15)
Telipinu’yla birlikte “ölüm cezası büyük ölçüde kaldırılmış”tır,(16) “kan davalarına son verebilmek için artık işlenen suçtan tüm aile sorumlu tutulmamaktadır”, bedensel cezaların yerine para cezaları/tazminat uygulamasına geçilmiştir.(17) Daha da ilginci, bu tazminatlarda “kişilerin devlete olan yükümlü edim ve cezalarının zamanla hafiflemesi ya da tümüyle kalkmasıdır.”(18)
Hitit hukukunun bir başka ilginç yönü, kölelerle ilgili düzenlemelerdir. Köleler özgür yurttaşların yarısı kadar hak ve görevlerle donanmış bireylerdir (örneğin bir köleyi yaralamak ya da öldürmek, aynı suçun özgür bireye işlenmesi durumundakinin yarısı kadar tazminata tabidir). Özgür pleblerle Senatörler sınıfı (particiler) arasındaki evliliği yasaklayan Roma hukukuyla(19) tezat hâlinde, Hitit hukuku özgür yurttaşlarla köleler arasındaki evliliğe (başlığın ödenmesi koşuluyla) cevaz vermektedir. Böylelikle Boğazköy kazılarında ortaya çıkartılan, İmparatorluk çağında redakte edilmiş “Hitit Yasaları”na göre, “Eğer özgür bir adam ve bir kadın köle (…) iseler ve bunlar birlikte yaşıyorlarsa ve onu kendisi için karısı olarak o alırsa ve kendisi için bir ev ve çocuk yaparlarsa, ve sonradan onlar ya anlaşamaz ya da ayrılırlarsa ve evi bölüşürlerse adam çocukları alsın, kadın kendisi için bir çocuk alsın” (31. madde); ve “eğer bir erkek köle bir kadını karısı olarak alırsa, hukuk kuralı onlar için aynı şekildedir” (32. madde); “Eğer bir erkek köle, (özgür) bir kadın için bir başlık öderse ve onu kendisi için karısı olarak alırsa o zaman onu (=kadını) hiç kimse dışarı çıkarmaz.” (34. madde).(20)
Hitit ve Roma hukukları arasında bir başka çarpıcı tezat, kadınların konumuyla ilgili gözükmektedir. Yasal eşi, evlenmemiş kız çocukları ve evli olsun-olmasın erkek evlatları, kölelerle birlikte hane reisinin mutlak hükmü altına yerleştiren patria potestas ilkesini temel alan Roma sivil hukukunun çizdiği çerçevenin tersine, Hitit kadınları evlatlarını reddetme (171. madde), mülk sahibi olma, (erkeğin yarısı kadar olmakla birlikte) ücretli bir işte çalışma (158. madde), kocasının mirasından pay alma (192. madde), çocuklarına miras bırakma (27. madde), boşanma (26. madde: “eğer bir kadın erkeği red [ederse]…”) ve ticaretle uğraşma gibi haklara sahiptirler.
Ve nihayet, Hitit hukukunun ilginç bir başka düzenlemesi de “çevreci” tonlar taşıyan, “kirletme tazminatları”dır; 25. madde, bir “kabın ya da göletin kirletilmesi” karşılığında saraya ödenen payı kaldırarak, mağdurun zararının giderilmesini öngörmektedir.(21)
Doğan’ın aktarımıyla Hitit hukuku, bir başka “inşa hâlindeki devlet”in, Hititleri Güney Mezopotamya’da sekiz yüz yıl kadar önceleyen Sümer site-devletlerinin hukuk sistemiyle ilginç koşutluklar sergilemektedir. Örneğin, Erken Sülale döneminin sonlarına doğru Kish kentinin egemenliğine son verip bir halk ayaklanması desteğinde iktidara geçerek kendini Lagash kralı ilan eden Urugakina(22) (İÖ 2350’ler), yazılı ilk Sümer hukuk metni olan “Yasa”sında, “özgürlükleri” (“amar-gi-bi i-gar”) tesis ettiğinden söz etmektedir. Urugakina, şu terimlerle anlatmaktadır adaletini:
“(…) rahip fakirin bahçesine (artık) giremedi. Kralın altında (maiyetinde) bulunan bir görevlinin iyi bir eşeği doğarsa onun amiri onu satın alayım derse satın almak üzere iken gönlüme hoş görünen (gönlümün istediği) gümüşü tart derse, (satın alacağı) gün satmayacağım derse, onun amiri canının istediği gibi ona vurmasın (zorlamasın).
Bir büyük adamın evi kralın altında olan bir adamın evi ile bitişikse, o büyük adam onu satın alayım derse, vakta ki (büyük adam) onu satın alayım, gönlümün istediği kadar para tart, benim evimin değeri kadar arpa (ver) derse, satmadığı zaman büyük adam (amir) kralın altındakini (küçük adamı) zorlamayacaktır dedi (Urugakina emretti). Ödemedikleri borçtan dolayı hapis olan Lagaşlıları (borçlu oldukları) arpadan, hırsızlıktan, öldürmeden dolayı hapis olan Lagaşlıları memnun etti (ve) yıkadı (affetti). Özgürlüklerini koydu (verdi). Yetim ve dulu kuvvetli adam ezmesin diye Ningirsu ile Urugakina bir sözleşme yaptılar.” (XI, 17-38; XII, 1-28)(23)
Urugakina’dan 200 yıl kadar sonra Lagaş kentine egemen olan kral Gudea’nın da, Eninnu tapınağının inşası vesilesiyle diktirdiği heykellerin kaidelerine “esir kölelerin serbest bırakılmasından, zengine fakirin, kuvvetliye zayıfı ezdirmemekten” söz ettiği aktarılmaktadır.(24) Ve yine, III. Ur Sülalesi kurucusu Urnammu (yakl. İÖ 2130) “Kanunu”nda, “öksüzü zengine teslim etmemekle, dul kadını kuvvetli adama teslim etmemekle, 1 seqel’lik adamı 1 mana’lık(25) adama teslim etmemekle” övünmektedir (162-168).(26)
Hammurabi Yasası öncesi Sümer yasaları, yazıtlar ne yazık ki fazla tahrip olduklarından, kölelik hukuku ya da kadınların durumu konusunda bize ayrıntılı bilgiler sağlamıyor. Bu konuda en kapsamlı bilgiyi, Babil kralı Hammurabi’den 150 yıl kadar önce yaşamış Isin kralı Lipit-Istar’a ait Sümerce yasalardan alabilmekteyiz. “Sümer ve Akad’ın evlatlarının özgürlüklerini, eşitliklerini temin et”mekle (Kol. II, 6-15)(27) övünen Lipit-Istar’ın Kanun’unda “kaçak köleler” öldürülmemekte, ancak sahiplerine tazminat ödenmekte (Kol. 13, § 12, 35-43); köleliğini ödeyen ve bunu kanıtlayan köle özgürlüğüne kavuşabilmekte (Kol.13, § 14, 48-54; Kol. XIV, 1-4), kadınlar mülk sahibi olabilmekte (Kol. XIV, § 18, 25-29: “Eğer bir evin sahibi veya sahibesi evin vergisini vermezse…”), babalarından mülk tevarüs edebilmekte (Kol. XV, § 22, 45-51), çocuklarına miras bırakabilmektedir (Kol. XVI, § 24, 23-35: “Eğer evlendiği sonraki eş ona çocuk doğurursa, (kadının) babasının evinden getirdiği başlık çocuklarına, önceki eşin çocuğu ve sonraki eşin çocuğu (ise) (yalnız) babalarının malını eşit olarak aralarında bölüşeceklerdir”).
Mezopotamya topraklarında (Sümer) site-devletlerinden merkezi (Babil-Asur) imparatorluklara geçilmesine (İÖ II. bin) koşut olarak, kadınların ve kölelerin sahip olabildikleri özerklikleri yitirdikleri, kadınların tümüyle kocalarının, kölelerin ise efendilerinin hükmüne bırakıldığı görülür. Bu, Uruk ve İsin site-devletlerini alıp kuzeydeki Eshnunna ve Mari, güneydeki Elam krallıklarına boyun eğdirerek Asur ülkesiyle komşu olan, ardından da Asur’a boyun eğdirerek tüm Mezopotamya’da hâkimiyet kuran(28) Babil kralı Hammurabi’nin (İÖ 1792-1750) derlediği Hammurabi Yasaları’nda net bir biçimde ifadesini bulmaktadır. Hammurabi Yasaları’nda kaçak kölelere yardım ve yataklık etmenin cezası ölümdür (§ 15, 16, 19); borç köleliği kurumsallaşmıştır (§ 115-119); sahibini inkâr eden kölenin cezası, kulağının kesilmesidir (§ 282); zina suçu işleyen kadın (§ 129) ya da kocası evde yokken onun malını gözetmeyen kadın (§ 133b) nehre atılır; zina ile suçlanan bir kadın nehir ordalyasına tabi tutulur [nehre atılır; boğulursa suçlu kabul edecek, batmazsa suçsuz sayılacaktır] (§ 132); kendini ve evini gözetmeyen, “sokağa düşkün” olan, kocasını küçük düşüren kadının cezası da yine suya atılmadır (§ 143).
Ancak saray ya da muskenum’a(29) ait bir kölenin özgür yurttaşlarla, hatta “bey kızları”yla evlenme hakkı, Hammurabi yasalarında da kabul edilmekte, eşlerden birinin ölümü durumunda mirasın çocuklar ve köle sahibi arasında nasıl bölüşüleceği düzenlenmektedir (§ 175-176).(30)
* * * * *
Peki, tüm bunlar ne ifade ediyor? Öncelikle, günümüz Batı Avrupası’nda ulusal hukuklara kaynaklık eden “Roma Hukuku”nun ne biricik, ne de en erken yasa metinleri derlemesi olmadığını… Roma’yı bin yıl önceleyen Anadolulu Hititlerin, hatta onları 800 yıl önceleyen Mezopotamyalı Sümerlerin Roma’nınkinden çok daha insancıl, çok daha “özgürlükçü” hukuk sistemleri oluşturduklarını… Roma hukuk sisteminin -en azından ilk evrelerinde- ataerkillik ve sınıf despotizmi açısından Babil’in Hammurabi Yasaları’yla boy ölçüştüğünü… Roma Hukuku tercihinin Batı Avrupalı yükselen burjuvazilerin sınıfsal yönelişlerinden soyutlanarak ele alınmaması gerektiğini… Ve nihayet Roma Hukuku eğitiminin dünyanın belli başlı Hukuk Fakültelerinde temel dersler arasında yer alırken, Hitit (ya da Sümer, hatta Babil) yasalarının incelenmesinin yalnızca (artık ölüme terk edilmiş) Hititoloji, Sümeroloji, Asuroloji kürsülerine tevdi edilmesinin, “Avrupa-merkezciliğin” bir başka boyutunu oluşturduğunu…
Evet, yukarıda da belirttiğim gibi; Avukat Erdal Doğan’ın Hitit Hukuku, Belleklerdeki “Kayıp”ı, verimli sorular açıyor insanın aklında…
dipnotlar:
1 Denis Diderot.
2 doxa: yaygın inanç ya da popüler görüş anlamına gelen Grekçe terim.
3 Erdal Doğan, Hitit Hukuku, Belleklerdeki “Kayıp”, Güncel Yay., İstanbul, 2008.
4 .
5 Doğan, ay. ss. 27, 29, 31.
6 Doğan, ay. ss. 32-33.
7 Doğan, ay. s. 40.
8 Doğan, ay. s. 33.
9 Bkz. O. R. Gurney, The Hittites, Suffolk: Pelican Books, 1972.
10 Sümerlerin Güney Mezopotamya’da devletleşme yolundaki ilk girişimleri, İ.Ö. 2900-2300 yılları arasına yerleşir. Erken Sülale adıyla da anılan bu dönem, Mezopotamya’nın tümünü ele geçirerek birleşik ve merkezî bir krallık kuran Semitik kökenli Sargon tarafından sona erdirilmiştir (C. Leonard Woolley, Les Sumeriens, Editions Payot, Paris, 1930).
11 Örneğin, I. Murşili (1630-1600) I. Hattuşili’nin (1660-1630) “torunu/evlatlığı; I. Hantili (1600-1570) I. Murşili’nin kayınbiraderi; I. Zidanta (1570-1560) I. I. Hantili’nin damadı; Ammuna (1560-1540) I. Zidanta’nın oğlu; I. Huzziya (1540-1535) Ammuna’nın gelininin erkek kardeşi; Telipinu (1535-1510) ise I. Huzziya’nın damadıdır. Bkz. Doğan (agy.)’daki “Kral Listeleri”, ss. 62-63.
12 “Birinci dereceden prens kral olsun. Birinci dereceden prens yoksa ikinci dereceden bir oğul kral olsun. Eğer tahta geçecek bir oğul yoksa birinci dereceden bir prensesle evlendirilen kişi kral olsun.” (Telipinu Fermanı’ndan. akt. Doğan, ay. s. 93.)
13 Doğan, ay. s. 70.
14 Hitit tarihi konvansiyonel olarak üç dönemde ele alınmaktadır. Kral’ın (labarna) bir çeşit “eşitler arasında birinci” olduğu ve iktidarı soylularla paylaştığı Eski Krallık, Telipinu reformlarıyla birlikte iktidarın Saray çevresi elinde yoğunlaştığı, toprakların büyük ölçüde genişlediği ve kralların “Güneşim” sanını aldığı İmparatorluk, ve Batı’dan gelen “Deniz İnsanları”nın istilalarının ardından Kuzey Suriye’de devam eden Geç Hitit Beylikleri dönemleri. (J. G. Macqueen, The Hittites and their Contemporaries in Asia Minor, Thames and Hudson Press, Londra, 1975.)
15 Doğan, ay. ss. 75-76.
16 Ancak (maktulün yakınlarının istemesi durumunda)cinayet ve (aldatılan kocanın istemesi durumunda) kadının zinası için olduğu kadar, kralın buyruklarına ya da yargıç kararlarına karşı çıkmak ve kölelerin efendilerine karşı durması (madde 173), domuz ya da köpekle cinsel ilişki kurmak (madde 199), kadına isteği dışında tecavüz etmek (madde 197) gibi suçlarda ölüm cezası devam etmektedir (Doğan, ay. ss.96-97, ss. 188-189).
17 “Hattusa ülkesinde ölüm cezası verilmez. Eğer olay (işlenen suç) kralın kulağına giderse, olayın üzerine gidilir. Katil yakalanır ve kurbanın yakınlarına teslim edilir. Cinayetin işlendiği yer temizlenir. Kurban yakınları tazminat olarak gümüş kabul etmezlerse, katili köle yapabilirler. Krala karşı suç işleyen bir adam başka bir ülkeye kaçarsa, onu öldürmek yasaktır.” (Doğan, ay. s. 97.) Burada ilginç olan, maktulün yerine, ailesinin uğradığı işgücü kaybını telafi etmek üzere gümüş ya da bizzat katilin “köle” olarak verilmesi uygulamasıdır.
18 Doğan, ay. s. 104.
19 XII Levha Yasası, XI.2.
20 Doğan, ay. ss. 117-118.
21 Doğan, ay. s. 127.
22 Bkz. Samuel Noah Kramer, History Begins at Sumer, Anchor Books, New York, 1969, s. 45.
23 M. Tosun, K. Yalvaç, Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi Şaduqa Fermanı, TTK yayınları, Ankara, 1975, ss. 27-28.
24 M. Tosun, K. Yalvaç, agy. s. 12.
25 1 mana=60 seqel.
26 M. Tosun, K. Yalvaç, agy. s. 39.
27 M. Tosun, K. Yalvaç, agy. s. 62.
28 Seton Lloyd, The Archaeology of Mesopotamia, Thames and Hudson Press, 1978)
29 muskenum/mishkilu: Sümer ve Babil toplumlarında, aristokrasiye (amelu) göre daha az ayrıcalıklı olan özgür orta sınıf.
30 M. Tosun, K. Yalvaç, agy., ss. 181-217.
Kaynak: www.englishpage.blogcu.com