Felsefe Hakkında Bilgiler

FELSEFE
Felsefe sözcüğü ilk kez Antik Ege’de Samos’lu matematikçi düşünür, Pythagoras (Pisagor İ.Ö. 6.yy) tarafından kullanılmıştır. Pythagoras; dost ve bilgi anlamlarındaki filos ve sofia sözcüklerini yan yana getirerek kendisini ifade etmiştir. Çünkü ona göre eksiksiz bilgelik (sofia-sophia) ancak tanrılara yakışır. İnsan ise sofia’nın yalnızca dostu olabilir. Yani felsefe bilginin dostu anlamı taşımaktadır.
İ.Ö. 4. yüzyılda Atina’lı düşünür Platon bilgiyi doxa ve sofia olarak ikiye ayırdıktan sonra; bu bilgilerin ardına düşen farklı iki anlayışta insan tanımı yapar. Bu dünyanın aldatıcı bilgileri peşinde koşan filodox ve gerçek bilgiyi arayan filozof…
Platon’un bu tanımı yaygın kabul görür. Ortaçağa, öğrencisi Aristoteles ile birlikte damgasını vuran Platon’un görüşleri; İslam kültüründe de en az batıdaki kadar etkilidir. Hatta Platon o kadar kabul görür ki; adı Eflatun’a bile çıkar. Sufi, sofu ve feylesof sözcükleri Filosofia sözcüğüne karşılık gelmektedir.
Bu sözcükler, İslamiyet’in kabulünden sonra Türkçe’ye de girerek günümüzde kullandığımız biçimi almıştır. Platon’un adı dilimizde çoğu zaman Eflatun olarak kullanılır.
Felsefenin Doğuşu
İnsan, bugünkü biyolojik yapısına, ellibin yıl önce, iki milyon yıl süren bir evrim sürecinin sonucunda ulaşmıştır. O günden bu yana yaşamış olduğumuz süreç toplumsal değişim sürecidir. Bunun ilk bölümünde önemli bir değişim de yoktur. Bugüne gelindikçe değişim giderek hızlanır. Günümüzde ise toplumsal değişim baş döndürücü bir hal almıştır.
İnsan, ilk dönemde tıpkı diğer hayvanlar gibi, doğada hazır bulduklarını toplayarak ya da avlanarak yaşamını sürdürür. Ama insan, hayvanlardan farklı olarak, bunu yaparken alet yapar ve yaptığı aletleri kullanır. Bu özelliği sayesinde doğaya her gün biraz daha fazla egemen olurken; kendisini de her defasında yeniden yaratmıştır.
İlkel Kominal dönemde yaptığı aletlerle doğayı hızla tüketen insan, her defasında yeni bir doğal bölgeye göç ederek yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bu süreç zaman içinde doğanın yeniden üretilmesi ile sonuçlanmıştır. İnsan, artık, doğayı doğrudan tüketmenin yanı sıra, doğayı sayısal olarak üreterek yeni bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Doğanın sayısal olarak üretilmesi iki farklı alanda uzmanlaşmış farklı iki toplum yaratmıştır. Bu toplumlardan ilki, bitki tarımı yapan ve bu nedenle de toprağa bağlı yaşayan köyler, yani uygar toplumlardır. İkincisi, hayvanları evcilleştirip üreterek yaşamını sürdüren, topraktan belli ölçüde bağımsız göçer barbar toplumlardır.
İlkel Kominal dönemde toplumların üretim ve tüketim etkinlikleri ve bunun sonucu oluşturdukları kültür de birbirine çok benzemektedir. Oysa doğanın sayısal olarak üretilmesindeki iki farklı etkinlik birbirine benzemeyen iki ayrı toplum biçimi yaratmıştır.
Toplumlar arasındaki; doğal kaynakların, toprakların veya ürünlerin paylaşılması konusunda çıkan anlaşmazlıkların güç kullanılarak çözümlenmesinde; barbarlar genellikle uygarlardan daha kazançlı çıkmışlardır. Bu nedenledir ki barbar sözcüğü kaba kuvvetle eş anlamda kullanılagelmiştir.
İki farklı kültür, günümüzden 5000 yıl önce, Mezopotamya’da ortak bir üretim süreci oluşturmuşlardır. Hayvan gücü kullanılarak yapılan tarım, başka bir deyişle karasaban devrimi, insanın tükettiğinden fazla üretmesine neden olmuştur. Bu durum toplumun yeniden organizasyonu ile sonuçlanmış ve devlet kurumu doğmuştur.
Devletle birlikte toplumsal düzeni sağlayan yaygın yaptırım güçleri; gelenek, örf, adet ve töre, yerini, devletin koyduğu daha net ve kesin yaptırım gücü olan hukuka bırakmıştır. Hukuk; devletin toplumsal düzeni belirleyerek denetlediği, yazılı kurallar sistemidir. Yani artık insan yazmaktadır. İnsanın ilk yazılarında yalnızca yasalar değil aynı zamanda mitolojik öyküleri de vardır. Bu dönemin yazılarının en genel özelliği imzasız yani anonim olmalarıdır.
Bu dönemde doğa olayları ve gök cisimleri sıkı bir gözlemle bilinebilir hale gelmiştir. Ancak bu tür bilgiler rahipler sınıfının dışına hiçbir şekilde sızdırılmamıştır.
İ.Ö. 1000 yıllarında, bu kez Ege, ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi ile insanlık için yeni bir kilometre taşı oluşturmuştur. Gelişen tarımsal üretim pazarı büyütürken, yeni bir değişim aracının doğmasına neden olmuştur: para. Para, bir yandan değişimi kolaylaştırırken, diğer yandan da zenginliğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu sayede Ege kentlerinde yeni varlıklı sınıfın doğmuştur.
Bu varlıklı sınıf, ekonomik güçlerini toplumsal yönetime ortak olma doğrultusunda kullanarak, tarihte ilk kez daha yaygın bir egemenliğin yaşanmasına, yani sınıfsal özellik de taşısa ilk demokrasinin doğmasına neden olmuştur.
Demokrasi yetişmiş insana gereksinim duyduğundan, bu dönemde bilgi değer kazanarak yaygınlaşmıştır. Bilim ruhban sınıfın tekelinden kurtulmuş ve yaygınlaşmıştır. Örgütlü olmasa da eğitim yaygınlaşarak; akıl dogmaların yerini almaya başlamıştır. Çok tanrılı dinlerin de etkisi ile dini bir hoş görü yaygınlaşmıştır.
İ.Ö. 8. yüzyıla gelindiğinde, yazı gelişerek bireyselleşmiş, hukuk ve mitlerin dışında bireysel duygular ve bilim, yazının konuları içine girmiştir. Hatta ilk kez kişisel hukuk denemeleri ve krallığın dayattığının ötesinde tarih yazılmıştır.
İ.Ö. 6. yüzyıldaysa Miletli Thales (Tales) insan aklını binlerce yıldır kurcalayan “Evren nedir?” sorusuna ilk kez dinlerin dışında bir yanıt aramıştır. İşte bu felsefenin başlangıcıdır. Bu başlangıçta:
Gelişen ekonomik koşullarla zenginleşen toplum
Yaygınlaşan yönetim erki yani demokrasi
Dogmaların koşullanmalarını aşacak ölçüde hoşgörülü laik anlayış etkili olmuştur.
Thales’in felsefe tarihindeki önemi; evrenin nasıl oluştuğuna ait görüşleri değil, ama bu konuyu ele alış biçimidir. Çünkü o ve dönemin Anadolulu filozoflarının hareket noktaları; “hiçten bir şey olmaz” düşüncesidir. Bu, dine karşı maddeci bir yaklaşımın ifadesidir. Anadolu düşünürleri evrenin bir ilk olandan (arkhé), değişerek, oluştuğu düşüncesindedirler. Her biri ayrı arkhéler öne sürmüşlerdir. Ancak ortak yanları evrenin yaratılmamış olduğu düşüncesidir.
Ege’nin öbür tarafında, Atina’da, ise farklı bir dünya görüşü ağır ve emin adımlarla gelmektedir. Sokrates, Platon ve Aristoteles evrenin oluşumunun temelinde düşünceyi esas almaktadırlar. Her ne kadar Atina tanrıları ile araları hoş değilse de; çok daha farklı ve soyut bir tanrı fikrinin doğmasına katkıda bulunmaktaydılar. Aralarında öğrenci-öğretmen bağı olan bu üç düşünür idealizmin ilk kaleleridir.
Ege’nin iki yakasında farklı yaklaşımlar gelişerek taraftar toplarken adalı düşünürler bu iki kampa aynı mesafede uzak kalmışlar ve kuşkucu bir yaklaşımın ilk temsilcileri olmuşlardır.
Bu üç farklı -ve neredeyse uzlaşmaz görünen- yaklaşım, günümüz felsefe akımlarının da bir biçimde içinde yer aldıkları, idealizm-materyalizm-septisizm’den başkası değildir.
Ortaçağda Felsefe
Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, yeni dünya dini Hristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik Çağın iki ünlü düşünürü Platon ve Aristoteles’in düşünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüşürken, diğer yandan da kitapları yasaklanmıştır. Aynı ilgiyi İslam Ortaçağında da görürüz. Bu iki düşünür İslam düşüncesinde de önemlidirler.
Kölelerin eşitlik ve insanca yaşama mücadelesi ile doğan Hristiyanlık, bir süre sonra, din adamları elinde bir baskı ve zulüm aracına dönüştürülmüştür. Hristiyan hukuk sistemi olan Engizisyon artık bir işkence aleti gibidir.
14 – 15. yüzyılda yine kilise çevresinde başlayan yenilikçi hareket, bir yandan Hristiyanlığın başlangıcındaki insani özüne geri dönmeye çalışırken, diğer yandan laik bir yaşam biçimi temellendirme arayışına girer. (Reform-Rönesans)
İşte tam da bu noktada, tıpkı İ.Ö. 6. yüzyılda olduğu gibi, insanlığın yardımına felsefe yetişir ve 17. yüzyılda Descartes, dini felsefelerin dokunulmaz düşünürü Aristoteles’i eleştirirken, kuşkuyu, doğruyu bulmanın yöntemi haline getirir. Yeni biçimi ile septisizm, yalnızca felsefenin değil, bilimlerin de önünü açar. Aydınlanma ve onu izleyen burjuva devrimleri insanlığı 20. yüzyıla taşır.
Reform, Rönesans, aydınlanma ve Burjuva Devrimleri insanı temel alırlar. Ancak
sanayi devrimi ve dünya savaşları ile savrulan insanlık; 19 ve 20. yüzyılda, bir yandan kapitalizmin eleştirisi olan sosyalist akımların, diğer yandan, yaşanan karamsarlığın yeni metafizik yaklaşımlarla aşılması olan varoluşçuluk gibi akımların doğmasına neden olur. Gelişen kapitalizm, insan düşüncesinin renklerini pragmatizm ve liberalizme, bilimse deneycilik ve olguculuk akımlarına taşır.
Ancak tüm akımlar daha önce sözünü ettiğimiz üç temel anlayışın; şurasında yada burasında ama içinde yer alırlar. Yani insan aklı, hala, antikitenin idealist, maddeci veya septik (kuşkucu) akımlarının değişik bin bir rengine bürünerek varlığını sürdürür.
felsefenin anlamindan sonra ozlri
Artık felsefenin de bir “günü” var. Her yıl Kasım ayının üçüncü Perşembe günü, Dünya Felsefe Günü olarak kutlanmaktadır. Bu konudaki önerinin, Türkiye Felsefe Kurumu tarafından getirildiğini ve UNESCO tarafından kabul edildiğini hatırlatmak yerinde olur.
1946 yılında resmen yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization:UNESCO), savaş ve çatışmaların ilk çıkış yerinin insan zihni olduğunu belirtir. Dünyamızdaki olumsuz gelişmelerin önce zihinlerde başlaması nedeniyle, UNESCO’nun birtakım ilkeleri yaygınlaştırmayı amaçladığını görüyoruz. UNESCO Eski Genel Direktörü Federico Mayor, 17 Aralık 1996’da ”UNESCO için Felsefi Ufuklar” konulu toplantıda yaptığı konuşmada, UNESCO’nun özel olduğunu, çünkü kuruluşundan beri hep felsefe eğitiminin önemini bildiğini vurgulayarak şunları dile getirmektedir:
”İleri teknoloji ile aç çocukların hala yan yana bulunduğu, sürekli olarak yeni ve çok defa önceden kestirilemeyen ilerlemelere tanıklık ettiğimiz bir dünyada, kişisel özerkliğe, düşünce özgürlüğüne ve etik yargıda bulunmaya gitgide daha çok önem vermeliyiz. İşte bu bakımdan felsefe eğitimi açıkça yirmibirinci yüzyılın anahtarlarından biridir.”
UNESCO, felsefî bilinci yaygınlaştırmak amacıyla 18 Kasım gününü Dünya Felsefe Günü olarak ilân etmiştir. Gün dolayısıyla, ülkemizde bazı üniversiteler ve liseler etkinlikler düzenlemektedir. Son derece memnunluk verici bu etkinliklerin gitgide çoğalması ve felsefenin öneminin daha fazla anlaşılır olması günümüzde daha da çok önem kazanmıştır.
Dünya felsefe günü nedeniyle, felsefenin ve felsefi düşüncenin gündeme gelmesi önemlidir. Çünkü gerek dünyada gerekse ülkemizde felsefeye duyulan gereksinimin arttığını görebiliriz. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu problemler kadar, ülkemizin kendine özgü problemleri de, olaylara felsefenin ışığında bakmayı gerekli kılmaktadır. Ama bütün bunlardan önce, kişinin kendi yaşamını anlamlandırması için felsefe gereklidir. Felsefe hayatımızı anlamlı kılan en önemli etkinliklerin başında gelir. Kişiyi ezbere yaşamaktan ancak felsefe kurtarabilir. Felsefi bakış açısının yardımıyla, ezbere yaşama durumundan sıyrılmaya başlayan insan, bu dünyada insanca yaşamanın olanaklarını aramaya ve gerçekleştirmeye de yönelecektir.
Savaşların, çatışmaların bitmek bilmediği ve savaş tacirlerinin her türlü yolu ve yöntemi kullanmaktan çekinmedikleri günümüz dünyasında, barış, özgürlük, insan hakları, insan onuru, insanın değeri, eşitlik, adalet vb. kavramların ve değerlerin savunulmasında ve insan eylemlerinin ilkelerini ve ereklerini oluşturmasında, felsefenin temellendiriciliği ve aydınlatıcılığı büyük önem taşımaktadır. Günümüzün sorunları karşısında, bilim insanları ve sanatçılar kadar felsefecilerin/filozofların sorumlulukları da büyümektedir. Çünkü bu dünyanın daha iyi, daha insancıl bir dünyaya dönüştürülmesinde ve uygarlık maskesiyle gizlenmeye çalışılan modern barbarlıklara başkaldırmada felsefenin işlevi yaşamsal bir önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, felsefe insanlık ve uygarlık tarihinde önemli bir tarihsel güçtür.
Dünya sorunlarına felsefe ile yaklaşılmasının ihtiyacı her geçen gün artmaktadır. Türkiye Felsefe Kurumu’nun 7-10 Temmuz 1986 tarihlerinde Ankara’da düzenlediği ”Dünya Problemleri Karşısında Felsefe Uluslararası Semineri” ve 10-17 Ağustos 2003 tarihlerinde yine Türkiye Felsefe Kurumu’nun öncülüğünde gerçekleştirilen 21.Dünya Felsefe Kongresi felsefenin dünya için önemini göstermiştir. [ 2 ]
”Dünya Problemleri Karşısında Felsefe Uluslararası Semineri”, Türkiye Felsefe Kurumu yayınlarından 1988 yılında yayımlanmıştır. Kitaplaştırılan bu seminerde yer alan yazılar ve başlıkları şunlardır: Evandro Agazzi ”Bilimde ve Teknolojide Etik Sorunlar”, Elisabetta Soricelli ”Çağdaş Toplumda Tıplaşmanın Aşırılığı”, Bedia Akarsu ”İnsan Açısından Teknolojik Gelişmeler ve Evrensel Kültür”, H.Odera Oruka ”Günümüzde Felsefe ve İnsanlık”, İoanna Kuçuradi ”İnsan Hakları Açısından Dünya Problemleri”, Alassanne Ndaw ”Irk Ayırımı Ya da İnsan Haklarının Yadsınışı”, J.P.Atreya ”Temel İnsan Hakları ve Barış”, Andre Mercier ”Barışın Hüküm Sürmesinin Felsefi Koşulları”, Türkkaya Ataöv ”Birkaç Söz”, Mümtaz Soysal ”Bugünkü Dünyada Bağımsızlık Sorunu”. H.Odera Oruka yazısında, insan varoluşunu tehdit eden sorunlar olarak ”nükleer tehdit”, ”dünya düzeyindeki açlık tehlikesi”nden söz etmekte ve demokrasinin uygulanmasında felsefenin rolünü tartışmaktadır. Kuçuradi ise, yaygın devlet anlayışının, bugün mevcut adaletsizlik arasında nasıl bir ilgi oluşturduğuna değinir. Ndaw, ırk ayırımının insan haklarının yadsınışı anlamına geldiğini düşünür.
Dünya Felsefe Günü, dünya sorunlarına felsefe ile bakma bilincinin yaygınlaştırılmasında önemli bir işlev oluşturacaktır. Böyle bir günün saptanmasında, Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun çok değerli çabaları olmuştur. Türkiye Felsefe Kurumu sözü edilen federasyonun aktif bir üyesidir. Dolayısıyla Kurum sivil toplum kuruluşu olarak, gerek ülkemizde gerekse dünyada felsefe ve insan haklarının bilincinin yaygınlaştırılmasında önemli sorumluluklar üstlenmiştir.
Dünya felsefe günü nedeniyle, felsefenin gündeme gelmesi pekçok bakımdan yararlı olacaktır. Bu vesileyle sayısız etkinlikler yapılabilir. Söyleşiler, konferanslar, paneller vb. yoluyla felsefecilerimiz, felsefeye ilgi duyan kişilerle bir araya gelerek, felsefe sevgisinin ve ilgisinin güçlenmesine katkıda bulunabilirler. “Her Okula Bir Felsefeci” giderek konuşabilir, felsefeye ilişkin soruları yanıtlayıp, yakındığımız bazı önyargıların değişmesine katkıda bulunabilir. Felsefecilerin yalnızca yazılarıyla ve kitaplarıyla değil, konuşmaları ve eylemleriyle de insanların karşısına çıkmaları gereklidir.
2002 yılında başlayan Dünya Felsefe Günü etkinliğinin, daha geniş boyutlar kazanarak sürmesi yararlı olacaktır. Belki Milli Eğitim Bakanlığı ve Türkiye Felsefe Kurumu işbirliği ile, bundan sonra Kasım ayının üçüncü haftası Felsefe Haftası olarak kutlanabilir. Okullarımızda kurulan, sayıları ve etkinlikleri her geçen gün çoğalan felsefe kulüpleri ve kolları, eğitim kurumlarında da felsefeye yönelik ilginin ve gereksinimin göstergesidir.
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.