Sosyal Psikoloji’den hareketle sosyal bilimlerde olgu-değer ilişkisi üzerine düşünceler

Sosyal Psikoloji’den hareketle sosyal bilimlerde olgu-değer ilişkisi üzerine düşünceler
Doç. Dr. Melek Göregenli
Sosyal psikolojinin1, “değerler” ya da politik alanla ilişkisi üzerine tartışmalar en çok, onun geleneksel sosyal bilim epistomolojisiyle hesaplaşması serüvenine dayanır. Bu serüven bir yandan, serüvenin hem inşacısı hem de serüven tarafından sürekli olarak yeniden inşa edilen sosyal gerçekliğin ta kendisi olarak sosyal bilimcilerin “sosyal” le ilişkilerine, bir yandan da genelde bilimin özelde de sosyal bilimlerin ürettiği bilginin hayatı dönüştürmeye ilişkin gücü, bu gücün meşruiyetinin kaynaklarının tartışılması ve bu dönüştürme iddiasına sosyal bilimcinin nasıl dahil olduğuna gönderir.
Biraz daha açmaya çalışırsak, sosyale dair bilginin inşa edilmesi sürecinde olgu-değer ikiliğinin aynı zamanda sayısız gerilim alanıyla ilişkili olabileceğini görürüz: Sosyal bilimcinin sosyal olguya mesafesi, geleneksel paradigmaların dayandığı doğa bilimlerinin metodolojisinin insan davranışını yönlendirmesi gereken ahlaki, dolayısıyla insan ve grupların iyiliğine ilişkin ilkeleri belirleme (doğrulama) yetisine sahip olup olmaması, yeni paradigmaların sosyal bilimlerin geleneksel “siyasi mühendislik” vaadi ve ödevinden ne ölçüde uzaklaşabildikleri ve nihayet her türden ama özellikle sosyal olan bilginin böylesine iyi para getirdiği bir pazar’da, sosyal bilimcinin bir yanda pazar’da bir yanda da “alan” da bir aktivist olarak yeri. Moles (1991), her araştırmacının, bilimsel dünyanın labirentinde dolaşırken, tıpkı insanın kendine özgü bir yaşam alanı oluşturarak mekanda varoluşuna benzer bir şekilde, bu labirentte, özel kavramlarına hakim olduğu, tanıdığı bir alan inşa ettiğini yazar. Moles’un, insanın mekansal davranışıyla ilişkilendirerek anlamaya çalıştığı bu seçme ve kurma sürecini, çevre psikolojisinin kavramlarıyla anlamaya çalışırsak, bir tür yapılan işe ilişkin mekanın –buna kavramların oluşturduğu coğrafya da demek mümkün belki- kendilenmesi olarak görmek mümkün. Tıpkı bir şehrin sokaklarının, bir evin hatta bir çift terliğin kendilenmesi sürecinde olduğu gibi bu süreç, sosyal bilimciyi kendi serüveninden sorumlu kılmaktadır; nesnel olarak dışınızda gibi görülen sosyal gerçeklik, sosyal bilimlerin bugüne kadar biriktirdiği dünyaya dair her şey sizi biçimlendirirken, siz de seçimlerinizle kendiniz ve başkaları için bir dünya oluşturursunuz. Mekanla ilişkimizde olduğu gibi herhalde sosyal bilimciler olarak, sosyal bilimlerin dünyasında, yaşamaktan kaçamayacağımız bu kendileme sürecinin “doğru”su ya da “iyi” si yoktur ama doğası gereği hiç bir kendileme süreci, sonuçları, yani bizim örneğimizde dönüştürme kapasitesi açısından, etkisiz, dolayısıyla “tarafsız” olamaz. Bu yazı, bu anlamda, bir seçme ve anlamlandırma, yazarı açısından bir kendileme denemesidir.
Açıklama’dan anlama’ya ya da keşiften icad’a yöntemin izlediği yol
Doğa bilimlerinin geleneğinden hareketle insan davranışının pozitivistik bir çerçevede anlaşılması, bilginin keşfedilmek üzere orada öylece bizi beklediği varsayımına dayanır; doğası gereği “normatif” olan bu yaklaşıma göre bilgi ve keşfin yeri labaratuardır, kapalı bir mekan ya da bilimsel faaliyet sürecinde –yöntem ve biraz da modernizmin imanının gücüyle- bağlamından koparılabileceği varsayılan zamansız, mekansız sosyal olguların içinde cerayan ettiği bütün bir dünya olarak labaratuar. Misra ve Gergen (1993), bu gelenek içinde davranışın, kültürel bağlamının bozularak kavranılması yoluyla, olgunun, bağlamsız oluşlara, insanın da, deneyci tarafından yöneltilen uyaranlara, yasaya uygun olarak tepki veren makinalara -günümüzde karmaşık bilgisayarlar- indirgendiğini belirtmişlerdir. İnsan davranışı, büyük ölçüde iradi olmayan, refleks benzeri, sabit ve rutindir; adeta biyolojik olarak, yaradılışın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir kavramsallaştırmada doğal olarak sosyo-kültürel bağlamın yeri yoktur ya da olsa olsa periferik bir rolü vardır. Sosyo kültürel bağlam, dil, kendiliğindenlik, belirsizlik hatta coğrafya, müphemliğe hiç tahammülü olmayan modernizmin tektipleştirici bilim paradigmasıyla uyuşmaz. Bauman (2003), müphemliğin kökünü kazıma çabasını, modern siyasetin, modern aklın ve modern yaşamın özü olan tipik bir modern pratik olarak tanımlar: Modern pratiğin amacı, yabancı toprakların fethi değil, dünyanın tam bir haritasındaki boş noktaların doldurulmasıdır; aslında boşluğa tahammülü olmayan doğa değil modern pratiktir. Bauman, bu ödevin imkansızlığını vurgularken, Moskovici (1988), toplumlarımızın, tarihte, kollektif güçlerin büyük birikimlerinden uzaklaşmış ilk toplumlar olduğunu yazar. Geleneğin kutsal olana ve olmayana atfettiği prestijler, modern toplumlarda yeni bir dikotomiye transfer edilmiştir: Rasyonal olan ve olmayan. Bu dikotomi, insanlar arası ilişkileri ve insanın doğayla ilişkilerini iki ayrı kategoriye ayırır. Bu ayrım, tıpkı gerçekliğin bir özelliği kadar zorunlu ve apaçık olarak, düşüncenin evrensel bir özelliği gibidir. Bir yanda belirli bir anda ve belirli bir ortamda etkili eylemi tanımlayan rasyonellik vardır; bu rasyonellik bir takım davranışlar, fikirler ve yöntemlerde somutlaşır. Zorlayıcı niteliği dolayısıyla, ekonomi veya teknikte rasyonel kurallara uymayan her birey veya her grup başarısızlığa mahkum olur. Öte yanda ise, duyarlılığı, genel olarak inançları ve kişilerin veya kitlelerin efervesan’ını kapsayan rasyonel olmayanın alanı, yani bilincin bakışından uzakta ve istisnai koşullarda cereyan eden tüm şeylerin alanı vardır; bu karşıtlık modernitenin sorunudur. Bunun temelinde, toplumun kumandasını, irrasyonel olanı içine alma, kullanma ve özümseme kapasitesine sahip olduğu varsayılan rasyonel kutba bırakma hedefi yatmaktadır. Dahası, sadece rasyonel kutbun egemen olduğu bir duruma ulaşmak için tüm diğer toplumları silme, batıl inançlar ve kalıntılar düzeyine indirgeme eğilimi bulunmaktadır. Akıl güçlü, haklı ve Batılı bir kisvede sunulmuştur; sanki yararlı olan herşeyin temelinde o vardır; insanları doğanın teröründen ve arzuların olağanüstü illüzyonlarından o kurtarıp özgürleştirmiştir. Bauman (2003), bu “düzen” mücadelesinin, bir tanımın başka bir tanımla mücadelesi olmadığını, belirlenimin ikircime, semantik kesinliğin müphemliğe, saydamlığın örtüklüğe, berraklığın bulanıklığa karşı mücadelesi olduğunu yazar. O’na göre, “düzenin ötekisi” olarak kaos, salt olumsuzluktur, düzenin olmak istediği her şeyin reddidir, bu anlamda “voroluş”, aksi halde orada olmayacak şeyleri tasarlama yani kendi kendini tasarlama gayretiyle yönlendirildiği ölçüde, tasarım, manipülasyon, yönetim ve mühendisliğin etkisi altında olduğu ve bunlar tarafından sürdürüldüğü ölçüde moderndir.
Dünyanın Batı’dan hareketle ve Batı’ya doğru tektipleştirilmesiyle ilgili paradoksal bir örnek, insana dair bilginin batıdan hareketle oluşturulduğu eleştirisiyle ve batıdışı dünyanın bilgisini psikoloji evrenine dahil etme iddiasıyla varlığını temellendiren kültürlerarası psikoloji alanından, bireycilik-toplulukçuluk konusunda yapılan çalışmalardan verilebilir. Bu alanın en önemli isimlerinden Triandis’in (1995), bireycilik-toplulukçuluk kavramını ayrıntılarıyla ele aldığı ve araştırma bulgularını gözden geçirdiği kitabı genel olarak değerlendirildiğinde, bireyci ve toplulukçu kültürlerin kendi içlerinde adeta homojen ama sanki ağabey-kardeş ilişkisi içinde olan hiyerarşik bir evrende iki ayrı dünya oluşturdukları görülür. Psikoloji tarihi boyunca üzerinde çalışılan hemen hemen tüm sosyal davranışların olumlu, “yetişkinliğe özgü” ve gelişmiş, sistemik ve rasyonel olanlarının bireyciliğe, tersi durumun ise toplulukçuluğa paralel olarak geliştiği savunulur. Yazar, belki bir tür adalet arayışıyla, kitabında bireyciliğin olumsuz ve toplulukçuluğun olumlu yanlarını tartıştığı bölümlere yer vermiş olsa da, “araştırma bulguları”ndan hareketle, mutluluğun, mahremiyetin ve daha pek çok sosyal davranışın (bu davranışların psikoloji literatüründe genel olarak, insani ihtiyaçlar olmaları bakımından evrensel, hayata geçiriliş pratikleri olarak yaşantısal, kültürel hatta öznel deneyimler oldukları üzerinde neredeyse bir sözbirliğinden bahsetmek mümkün olsa da) bireyci kültürlere özgü olduğunu savunur. Triandis’in bu kitabındaki, dünyayı bir yere doğru çekmeye yönelik yaklaşımın örneklerini çoğaltmak mümkün. Burada söz konusu olan, farklı bağlamlar ve durumsal değişkenler içinde genelleştirilebilecek olan araştırma bulgularının kültürleri dolayısıyla dünyayı tekbiçimleştirmek amacıyla kullanılması ve buradan hareketle modernleşmeyle birlikte toplulukçu kültürlerin de “hümanize olacağı” fikrinin ve ulaşılacak ya da ulaşılması gereken iyi yerin Batı yani bireycilik olduğunun vurgulanmasıdır. Oysa, hep belirtildiği gibi geleneksel sosyal bilim paradigmasını diğerlerine üstün kılan en etkili argümanlardan biri, bilimsel bilginin geçerliliğini test etmede kullanılabilecek, herkes tarafından kabul edilen dışsal bir ölçüte sahip olmasıdır. Psikolojinin bu konuda kendi içinden sağladığı, adeta kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi işleyen dış geçerlilik ölçütü, Fransız sosyal psikolog Beauvois’in (1994) kendisiyle yapılan bir söyleşide tarif ettiği, “liberal psikoloji tarafından şekillendirilmiş, sosyal psikolojinin davranışlarını, bilişsel işleyişini ve motivasyonlarını irdelediği” insanın özelliklerine dair psikolojinin biriktirdiği her şeydir; bireyci tikleri olan, hava atan, bağımlılıklarını ve itaatlerini tanımayan, orda burda bulduğu değerleri içselleştirme eğilimi olan ve onları kendi doğası gibi yaşayan biri (Beauvois, 1999). Edward Said’in oryantalizm hakkında yazdığı neredeyse her şey, kültürlerarası psikolojinin ana akımlarının hatta sosyal bilimlerdeki çokkültürcülük eğilimlerinin, modernizmin ideallerinin yeniden üretilmesi sürecinin anlaşılmasında önemli ipuçları sağlar. Said, kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde (2003), üzerinde yıllardır kafa yorduğu “hümanizm ile bilgi” arasındaki sorunları tartışırken, “..ayrımcılığa ve öteki’nin aşağılanmasına, boyun eğdirilmesine dayanan bir bilgi sisteminin, hümanizmle taban tabana zıt olup olmadığı sorusunu sormaktadır.
 
* * *
Bir sosyal bilim dalı olarak psikolojinin 1960’larda hız kazanan ve sürmekte olan paradigma krizi veya yeni paradigma arayışları bir yandan Gestalt Psikolojisi’nin bütüncüllük (holism) vurgusu etrafında bir yandan da psikoloji alanı dışındaki gelişmelerle biçimlenmektedir. Eleştirel yaklaşımların, dilden kültüre, temsilden söylem ve siyasete, belirsiz alanları sosyal olan’ın sınırları içine alma dolayısıyla başka “varoluş” tarzlarını kapsama girişimleri olduğu düşünülebilir.
Bütüncüllük, modernizmin, dünyayı büyüsünden arındırmaya soyunan kuru, mekanik ve sosyal bilimciye, bedeninden ve ruhundan arınmış bir seyirci-mühendis ödevi yükleyen anlayışına karşı çekici bir alternatif sunmuştur. “Bütün, parçalarının toplamından daha fazla bir şeydir” şeklindeki bütüncül slogan, bütün’ün yorumlanabilir hatta icat edilebilir doğası gereği, psikolojide olgu-değer çatışmasının ilk tartışmalarını oluşturmuştur. Bütüncüllük, önce Gestalt psikolojisinin, daha sonra da hümanist, bağlamsal hatta post-modern eleştirilerin, ahlaki doğruların (neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğu ve bunu bağlamın, kültürün ya da yerel’in belirleyebileceği) psikolojiden çıkarılabileceği iddialarının ve böylece bilimi yeniden büyüleme arzusunun aracı olmuştur. Alman fenomenolojisi ve Fransız düşüncesindeki genel olarak post-yapısalcılık olarak değerlendirilen akımların etkisi ise, psikolojinin kendi iç hesaplaşmasının en azından bir grup açısından “dile ya de söyleme dönüş” olarak tanımlanabilecek bir noktada sonlanmasına yol açmıştır. Sosyal dünyanın niceliksel (quantitative) yöntemlerle tanımlanabilir, açıklanabilir ve öngörülebilir olduğu fikri yerini niteliksel (qualitative) yöntemlerle “yorumlanabilir dünya” fikrine bırakmaktadır ( Banister ve ark., 1995). Kuşkusuz, psikolojide niteliksel yöntemlerin kullanılması yeni değildir fakat burada söz konusu olan yenilik kiriteri biraz da, nitelik ve anlamın inşasında, pozitivistik epistomolojinin temel varsayımlarıyla eleştirel yaklaşımların aralarındaki mesafe ve bu mesafenin yaratacağı kaosla ilgilidir. Gergen’e (2002) göre, psikolojiye yönelik postmodern eleştiri, nihilizm ve görecelilik korkusu yaratmaktadır. Kendiliğinde bir kültürel gelenek olarak geleneksel psikoloji, diğer kültürel geleneklerin yaratacağı kaostan ürkmektedir.
Araştırmacının da gözlemci olarak bir taraf olduğu sosyal dünya, çeşitli bakış açılarıyla anlaşılabilir, yorumlanabilir ve böyle bakıldığı zaman kuşkusuz bilim adamı tarafından yeniden kurulabilir, kurgulanabilir. Psikolojinin topluma yönelik ahlaki sonuçlar üretebilmesi, ancak, gerçeğin-olgunun tekil keşfinden, anlamın ve yorumlamanın çoklu icatlarını mümkün kılan bir anlayışa evrilme yoluyla mümkün olabilirdi. Bu, radikal bir kopuş anlamına gelmez, çünkü yöntemin bütünüyle reddi kabul edilemez –özellikle pazarda- düzeyde bir müphemliğe neden olabilir ve sosyale dair bilgiyi bir şekilde rasyonel kılma çabası olmaksızın onun dünyayı diğer anlama çabalarına üstünlüğü sağlanamaz. Bu üstünlüğü sağlayan, Day ve Tappan’a göre, (1995) geleneksel psikolojinin psikoloğu bir bilim adamı, araştırmacı ve gözlemci olarak garantiye alan, ahlaki söylemini üretirken onu, psikolojik bir obje olarak, söyleminin bir parçası olarak güç, kimlik, iktidar gibi gerçek hayata ilişkin alanlardan azade kılan şey, tarafsızlık mitidir. Reicher (2001), sosyal bilimciyi sosyal olgudan ayıran bu, hiç bir durumda gerçekleşemeyen tarafsızlık haline, Olimpian yansızlık der: O’na göre bu keşif sürecinde sosyal bilimci kendisine gereken Olimpian yansızlıktan kayabilir ve çalıştığı konuyu etkileyebilir. Ancak bu, “deneysel yanlılık” ya da “istem etkisi” gibi terimler içinde tanımlanan zayıf bir tasarım, özensizlik ya da hatadır. Bunlar, içkin sorunlar olmaktan daha çok yöntemsel zayıflığın göstergeleridir. Eğer fikirler ile pratik arasındaki ayrım nihayetinde politik bir sınırlamaysa, bunun sürdürülmesi, psikolojinin doğasını biçimlendiren bir dizi epistemolojiye, metodolojiye ve teoriye bağlıdır. Bir bilim olarak psikolojinin egemen ideali, “orada dışarda” olan bir dünyayı sakin bir biçimde gözlememizi, tanımlamamızi, çözümlememizi ve ölçmemizi gerektirmektedir. Yazara göre bu tür bir yansızlık ideali, araştırmanın sonucunun araştırma sürecinden bağımsız olduğunu, yani, “gerçek dünya”ya ilişkin içkin hakikatleri keşfetmeye katıldığımızı farz eder. Bu, daha ileri aşamada, bizden bağımsız olarak ortaya çıkan fenomenleri incelediğimizi varsaymak, ölçülerimizin, incelenen fenomenlerin verili karakteristiklerini ortaya çıkardığını ve ölçtüğünü varsaymaktır. Reicher’ın (2001) “büyük ortadan kaybolma oyunu” olarak tanımladığı bu sürecin, yazara göre, psikolojik kuramın doğasıyla ilişkili üç sonucu olmuştur. İlk olarak, deneklerin yanıt verdikleri bağlamı ve terimleri oluşturmada araştırmacının rolü, bu sınırlamaların olduğu gibi kabul edilmesini ifade eder. Var olan sosyal ilişkiler şeyleştirilir, bunlar aracılığıyla kurulan süreçler, karakteristik olarak önemsenmez. İkinci olarak, insan eylemini yapılaştırmada iktidar (güç) ilişkilerinin önemi, benzer şekilde önemsenmemektedir. Üçüncü olarak, deneğin davranışının araştırmacıyla olan etkileşim sürecinden soyutlanması yoluyla, eyleminden uzaklaştırılmasıdır. .
İbanez’e göre de, (1994) gerçekliğin, ne olduğuna inandığımız şeye eşdeğer olduğunu varsayan idealist bir epistemolojiye kapılmasak da, bilgilerin üretimi ile bilgi objesinin inşası arasında güçlü bir bağıntı, hatta bir ayrılmazlık söz konusudur; bu anlamda, sosyal psikoloji, bize hem aktüel entersübjektivitenin özellikleri hakkında bilgi vermekte, hem bu özelliklerin tesis edilmesine katkıda bulunmaktadır. Salt araçsal (teorik ve teknik bilgilerin yaratıcısı) değil, aynı zamanda içrel olarak politik olan bu bilgi üretme süreci, bilginin inşasını bilgi objesinin inşasına bağlayan bir kapalı devre gibi işler ve sosyal psikoloji bilgi pratiklerinin tümüne genelleştirilebilir.
Olgu-değer ilişkisi bu noktada bizi, sosyal bilimcinin bir aktör olarak gerçek dünyayla ilişkisine, politik alanla ilişkisine götürür.
 
Fikirler ile pratik arasındaki ayrım, tarafsızlık miti
Bu konuda, Phillips’in (2000), siyahi sosyal psikolog Kenneth B.Clark’ın, Afrika merkezli bilimsel praksis modeli olarak tanımladığı sosyal psikoloji yaklaşımını ve Clark’ın hayatını anlattığı makalesi, tarafsızlık, değer ve aktivizm arasındaki ilişkilerin tartışılması açısından çarpıcı bir örnek sunuyor. Clark, APA’nın (Amerikan Psikologlar Birliği) ilk ve tek siyah başkanıdır. Clark’ın siyah çocukların ayrı okullarda okutulmasının, benlik saygılarının bu nedenle azalması yoluyla onları olumsuz yönde etkilediği sonucuna vardığı bilimsel çalışmaları, yöntemsel olarak yetersiz ve objektif olmamakla, gerçekleri ‘hakikatten çıkarmak”la eleştirilmiştir. Oysa Clark’a göre, Harlem’e dair hakikat, sosyal bilimcinin olguyu yorumlamasını gerektirir; olgu empiriktir, oysa hakikat yoruma dayalıdır Phillips (2000). Afrika merkezli bilim her şeyden önce, her sosyal bilimcinin aynı zamanda aktivist de olduğu kabulüne dayanmaktadır çünkü Afrika merkezli sosyal bilimciler, geleneksel paradigmanın, bir grup insanın bir başka grup insanı predikte etmek ve kontrol etmek biçiminde ortaya çıkan insani olmayan yaklaşımı nedeniyle baskı altında olan tüm insanlar ve özellikle siyahlar için yeni bir hümanite inşa etmek için özel bir sorumluluğa sahiptirler. Bu sorumluluk, akademi ve aktivizm arasındaki dikotomoyi, yani düşünme ve yapma arasındaki dikotomiyi reddeder.
Sosyal bilimlerin yok saydığı bir başka alan da cinsiyetlerin ve heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimlerin alanıdır. Marecek, (1995) psikolojide cinsiyetin ele alınmasının, kadın ve erkeğin karşılaştırılmasından ibaret olduğunu yazmaktadır. Bu yaklaşım cinsiyeti, bireysel bir fark, sosyo-demografik bir özellik veya psikolojik bir atıf olarak ele alır. Feminist teorisyenler cinsiyete ilişkin alternatif kavramsallaştırmalar ortaya koyuyorlar. Bu kavramsallaştırmalar, analiz birimi olarak cinsiyeti, bireysel bir özellik olmaktan öte kişiler arası ve kurumsal olarak ortaya çıkan bir ideolojik konumlanış olarak görüyorlar. Başka bir ayrımcılığı vurgulamak üzere Rooney, (2001) Buhrke, Ben-Ezra, Hurley, ve Ruprecht’in, (1992) lezbiyen, gey ve biseksüellikle (LGB) ilgili makalelerin oranını belirlemek amacıyla, danışma psikolojisi konusundaki altı önemli dergi üzerinde yaptıkları içerik analizi çalışmasını aktarmıştır.. 1978’den 1989’a kadar, LGB konularına en çok yer veren derginin bu konularla ilgili makale sayısı 28, LGB’yle ilgili altı derginin, ilgili süreçteki toplam makale sayısı da 1474’dür. Amerikan Psikoloji Birliği tarafından yayınlanan LGB ile ilgili olabilecek üç derginin, toplam 3008 makale arasındaki makale sayısı yalnızca 8’dir. Dergilerden birinin, bu 12 yıllık süreç içinde, LGB ile ilgili yayınlanmış hiçbir makalesi yoktur. Bu içerik analizi çalışmasının, 1990’lı yılları da kapsayacak şekilde genişletilmesi sonucunda (Rooney, Perez, Paul, & Schmidt, 2001) sonucun değişmediği görülmüştür: LGB’likle ilgili makaleler açısından iki dergi %1 veya daha az, iki dergi %2 veya daha az, bir dergi %3 ve bir dergi %5’lik bir paya sahiptir (Rooney, 2001).
Wilpert (1999), Avrupa psikoloji eğitimini değerlendirdiği makalesinde, Avrupa’nın neresi olduğunu ve sosyal bilimler açısından sınırlarını neyin belirlediğini sorgulamıştır. Ona göre, sadece İngilizce’nin egemenliği bile, farklı kültür ve dillerin, dolayısıyla farklı dünyaların psikolojinin, sosyal bilimlerin evrenine girmesini engellemektedir.
Örnekler çoğaltılabilir. Bu açıdan bakıldığında sosyal bilimlerin neyi ya da hangi toplumsal kesimleri temsil ettiği, temsil edilmeyen dolayısıyla kendiliğinden dezavantajlı duruma düşürülen toplumsal kesimler için, değer’den bağımsız bir bilgi üretimi sürecinin imkanları ve anlamlılığı tartışmalıdır. Ayrıca, kuşkusuz, genellikle statükoyu yansıtma kriterine göre belirlenen “temsil edilen” in temsil edilmesinin meşruiyetini, geleneksel paradigmalara bağlılığın ne ölçüde meşrulaştırdığı da tartışmalıdır. Bu temsil, dolayısıyla meşruiyet krizinin, sosyal bilimlerde disiplinlerarası sınırların katı çizgilerle ayrılmış olmasıyla da ilişkisi açıktır. Bu konu başka bir yazıyı gerektirecek kadar önemli. Sosyal bilimler içinde, disiplinlerarasılık geleneksel paradigmalar içinde de farklı biçimlerde ele alınmış olsa da, Deleuze’un, (2003) yaratma eylemi üzerinde konuşurken bilimin işlevler yaratma ve icat etme olduğundan sözettiğini belirtelim. Gerçek ve dönüştürücü bir ortak alan, disiplinlerarasılık ancak, böyle bir yaratma eylemi üzerinden kurulabilir. Bu düşünceyi sürdürürsek, ancak bilginin icada dayalı olduğu fikrinin, akademik disiplinlerin kendi aralarındaki ve bilgi ile gerçek hayat arasındaki sınırların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunabileceğini söyleyebiliriz.
Sosyal psikoloji alanında bu konudaki tartışmalar, birleştirilmiş bir sosyal bilim anlayışını da vurgulamaktadır. Lau (2002), birleşik bir disiplin olarak profesyonel ve akademik psikoloji arasındaki bölünmeyi giderecek, psikolojiyi pozitivist ve empirik indirgemeci felsefelerin etkisinde olan baskın metodolojilerden kurtaracak bir anlayışa ihtiyaç olduğunu, böylece, birleştirilmiş bir disiplin olarak psikolojinin, çok metodlu, çok disiplinli ve çok paradigmalı bütünleştirici bir güç haline geleceğini belirtmiştir. Parot da, (2000) Fransa’da psikolojinin 1920-1940 yılları arasında izlediği yolu anlattığı makalesinde, iki dünya savaşı arasında psikolojinin giderek diğer sosyal bilimlere açık bir yönelime girdiğini belirtiyor: Kollektif temsillerin tarihsel psikolojisi olarak adlandırılabilecek ‘birleştirilmiş bir mentaliteler bilimi’, birey ve kollektif olanı birleştirme, sadece bilimsel ön kabuller değil aynı zamanda politik seçimleri de içeren bir psikoloji anlayışı; yazara göre bu yeni tarih anlayışı, yeni bir psikoloji olmaktan çok mentalitelerin tarihidir.
Kendler, (2002) birleşik psikoloji yaklaşımının psikolojiye romantik bir nosyon kazandırdığını savunur. Yazara göre bu yaklaşımlar, hakikat veya hakikatimsi olana dair psikolojik ölçütler arasındaki önemli farklılıkları ihmal etmektedirler. Bu çatışmayı netleştirebilmek için anlamaya ilişkin psikolojik süreçle açıklamanın epistemolojik standartları arasında ayrım yapmak zorunludur. Anlamlandırma, kişisel bir psikolojik fenomendir ve hakikati arayanların anladıkları şeyi rapor ederken kullandıkları bir kritere gönderir. Açıklama ise, tam aksine, kamusal (nesnel) epistemolojik kurallara dayanan kriterleri gerektirir. Anlama süreci kişisel, açıklama süreci sosyaldir. Anlama ve açıklama arasındaki bu ayrımın meşrulaştırılması, hakikatin doğru tanımlanmasına yönelik Don Kişotça arayışlardan ötede bir dikkat gerektirir. Hakikatin farklı türlerinin karakterize edilmesine yönelik mantıki bir görevdir bu. Çünkü insanlar kendi dünyalarını yorumlarken farklı hakikatler kullanırlar. Çağdaş psikologların psikolojinin hakikatine ilişkin paylaştıkları genel bir kavram var mı? Birleştirilmiş bir disiplin, çatışan metodolojilerden ve dünya görüşlerinden ortaya çıkamaz. Kendler’e göre, bu anlayış değerden bağımsız bir psikolojiyi tarif etmez. Çünkü, doğa bilimlerinin kendiliğinde bir değer sistemi vardır: dürüstlük, mantıksıl tutarlılık ve temel bilimsel doğurguların politik özgürlüğünün korunması. Bilim pür olarak değerden bağımsız değildir, fakat bilimsel data nötr değerdedir. Elbette psikologların değer tartışmalarına girmeye hakları vardır; ancak psikolojiye dayandırarak kendi yorumları ve özel ahlaki inançları ile izleyicilerini ve kendilerini aldatmadan. Yurttaşlar kendi politik kararlarını, psikolojinin ahlaki rehberliği olmaksızın empirik kanıtların ışığında verebilirler. Kendler’ e (2003) göre, ahlaki çoğulculuk, açık toplumun kaçınılmaz yan ürünüdür. Bir doğa bilimi olarak psikoloji, sosyal politikalar ve onların ahlaki sonuçları konusunda sadece empirik veriler sağlayabilir.
Kendler, (1999) bütüncüllük ve hümanistik psikolojinin, psikolojik olarak gereksinim duyulan bir ahlak üretmesini sağlayan epistemolojik sürecin, Nazi ve Komünist ideolojilere dayanak teşkil ettiğini belirtmiştir. Gerçek/değer ikiliği mantığı ve ahlaki çoğulculuğun kaçınılmaz hakimiyeti, bilimsel psikolojinin, demokratik bir toplum ile ahlaki gerçek arasında, veya olumlu bir zihin sağlığı kavramı arasında bir köprü kurmasını engellemektedir. Psikolojik araştırmalar, rakip sosyal politikaların sonuçlarını tahmin edebilir ve böylece, bilgiye dayalı seçimler yapmada demokrasiye yardım edebilir. Değerlerin, gerçeklerde içsel olarak mevcut olduğu savunan büyülü bilim görüşü, doğa bilimi metodolojisinin standartlarını yerine getirememektedir. Bu sınırlandırma, temel amaçlarının, tatmin olmuş bireylerle dolu adil bir toplum yaratmak olduğuna inanan psikologlarda sıkıntı yaratmamaktadır. Fakat böyle romantik bir misyon geri tepebilir. Bütüncüllüğün, insanlık için doğru olan bir ahlak kanunu ortaya koyan formülü, Gestalt ve hümanist psikologlar tarafından ifade edilen hümanistik görüşlerle tam bir zıtlık içindeki ahlaki yaklaşımlarını doğrulayabilir. İster öznel ister nesnel olsun, “gerçeklerin”, ikisi arasında mantıksal bir bağlantı gerektirmeksizin değerleri ortaya koyabileceğini varsaymak, herhangi bir ahlak sisteminin, bütüncüllük mantığı ile doğrulanabileceği olasılığını yaratmaktadır. Benzer görüşleri savunan Hofmann, (2002) Gergen’in psikolojiye postmodern eleştirisini değerlendirirken kültür, dil ve öznelliğin, psikolojik düşünme biçimine felsefi boyutun eklenmesine yol açacağını ve bunun psikolojiye yarar getirmeyeceğini savunur. Hiç kimse psikolojinin kültür, etnisite ve cinsiyetin davranışsal ve düşünsel süreçlere katkısını sağlayacak daha çok çalışmaya ihtiyacı olduğunu reddedemez. Fakat bu, kültür, dil ve komünal retoriğin psikolojiye dahil olması anlamına gelmez. Yazara göre, son yıllarda moleküler biyoloji konusunda yapılan çalışmalar, şizofreni gibi belli psikolojik düzensizliklerin tedavi edilmesinde önemli sonuçlara varmıştır. Tabii ki kültürel faktörler de bu düzensizliğin anlaşılmasında belirli bir rol oynar. Buna rağmen kültür ve dil bu sorunları yaratmaz. Genetik, çevresel ve psikolojik stres faktörleri asıl sorumluluğa sahiptir. Bu bilgiye dayanarak tıp ve klinik psikoloji bu düzensizler için etkili tedavi yolları geliştirmektedir. Psikoloji, daha fazla objektifliğe ihtiyaç duymaktadır, daha az değil.
Sosyal bilimlerde bilginin üretilmesi ve politik alana taşınması konusunda geleneksel paradigmalardan hareket eden görüşler, sosyal bilimlerin bilgisinin, kamusal alanı oluşturan bütün güçlerin, pazar’ın kurallarının, güç ve iktidar ilişkilerinin hiç değmediği bir sırça fanusta, toplumun tüm kesimlerine eşit biçimde ulaşması mümkün, kendiliğinde nötr, beklediği varsayımına dayanır. Bu noktada, pek çok gerilim ve tartışma alanı mevcuttur ama akademik bilginin üreticileri akademisyenlerin ve üniversitenin rolü üzerinde duralım.
Wilpert(1999), Avrupa psikoloji eğitimini değerlendirdiği makalesinde, geleneksel üniversite eğitiminin psikologları sosyal problemlerin çözümüne etkili bir biçimde angaje ve dönüştürücü olmaktan koruyan bir psikoloji bilimi anlayışı içinde yapılandırılmış olduğunu savunmuştur. Buna karşın, pek çok Avrupa ülkesinde son yıllarda ortaya çıkan eğilim, endüstrinin ve kamu sektörünün ihtiyaçlarına yönelik olarak psikoloji eğitiminde pratik girişimcilik eğilimlerini giderek genişletmektir. Stephan’a göre (1998), üniversite hocaları, pratik problemlerle ellerini kirletmekten gözle görülür bir biçimde kaçındıkları için suçludurlar.
Reicher, (2001) bir akademisyen olarak, neden hoşlandığını söyleyebileceğini hatta bunu inkar etme noktasına gelirse, akademinin gerçek varlığının, kendisine karşı kullanılabileceğini yazar. Yazara göre, akademisyenin çalışacağı konularda sınırlanması, asıl mesele değildir. Araştırma tam anlamıyla özgür biçimde yapılsa bile, hala soyut bir özgürlük ve pratik bir düzmece olarak kalacaktır. Yazarın savı, bilgi üretme izninin, o bilginin etkili olmasını sağlamayacağına ilişkindir. Aslında, araştırma yapma hakkı, pratikle fikirler arasında bir ayrılığı kabul etme pahasına satın alınır. Bunun sonuçları, akademisyeni susturmaya yönelik bir girişimden ziyade, hegemoniyi koruyup sürdürmede alabildiğine güçlü olmaktır. Apartheid’den durmaksızın şikayet eden birçok kişi olabilir, fakat buna karşı çıkan çok az kişi vardır. Psikologlar aktivist olma eğilimi içine girerlerse, akademik kurumlar, mesleki kuruluşlar ve devlet örgütlerinin hepsi aktivistlere karşı çıkacaklardır. Araştırma özgürlüğü hikayenin sadece yarısıdır. Bunun varlığı, geriye kalan soyutlaştırılmış bilgiye bağlıdır; akademisyen neden hoşlandığını söyleyebilir, fakat ancak kendisine söyleneni yaptığı sürece.. Yazara göre, burada nihai ironi, akademik olarak özerkliğin, inceleme nesnesine yönelik özerkliğin yadsınması pahasına satın alınmış olmasıdır. Şiirsel bir imayla : “Özgürlüğümüzü başka herkesin ruhu pahasına satın aldık gerçekten Faustcu bir sözleşme bu”.
Sonuç yerine
Başlarken de söylediğim gibi bu tartışmada taraf olmak, sosyal bilimci açısından, ister akademisyen ister pratik bilgi üretimi içinde olsun, bir tür kendini ve dolayısıyla etkililiği ölçüsünde dünyayı inşa etme sürecine işaret eden iradi bir süreçtir. Bir yanıyla, bütün bu söylenen ve yazılanların pek de yeni olmayan ama devrin ruhunu yansıtan bir farklılaşma çerçevesinde anlaşılması mümkün görünmektedir. Her zaman coğrafik olmayan, ama çoğunlukla zihniyete ilişkin olarak ortaya çıkan bir ayrımdan hareketle farkları -ya da farklılaşma taleplerini ve farklılaşma taleplerinin meşruluğunu- uzun bir süredir tartışmaktayız. Konumuzun sınırları içinde kalarak, sosyal psikoloji içinde bu tartışmanın, Batının -ya da modernleşmenin- insanın doğa üzerindeki kontrolüne, gelişme ve ilerlemenin mutlaklığı fikrine inancı, lineer zaman anlayışı, sabit ve güçlü sınırlarla donatılmış, otonom, benlik yönelimli birey merkezli, evrenselci dünya görüşüne karşı, farklı ve azınlık olanın bilgisine ulaşma arayışında olan yeni ve başka bir dünya görüşü çerçevesinde oluştuğunu görmekteyiz. Yoruma dayalı bilgi, davranışın göreceliliği, her kültürün en çok diğeri kadar otantik olabileceği, araştırmacının, incelediği sosyal bağlamın bir boyutu olarak araştırmaya taraflı bir biçimde dahil olduğu v.b. görüşler farklı bir epistomoloji arayışını vurgulamaktadır (Göregenli, 1997). Fakat evrenselci bakışın bu yazı boyunca sözünü ettiğim zaafları yanında, farkçı yaklaşımlar sonucunda ortaya çıkabilecek “kültüre ve yerele özgü” yapı ve örüntülerin meşruiyetinin neye atıfla değerlendirileceği gibi bir epistomolojik sorunu da göz önünde tutmak gerekiyor, çünkü bu sorun, evrensel doğrulara duyulan ihtiyaçtan ayrı düşünülemez. Ayrıca Doğu’nun, otantikliğin ve yerliliğin, bizzat oryantalist söylemin kurduğu ve mümkün kıldığı kategoriler olduğunu, birinci el yerli kaynak olarak öteki’ni konumlayışın, kendini iyiliksever olarak konumlama ihtiyacında olan liberal bir arzu olabileceğini de dikkate almak gerek (Yeğenoğlu, 2003). Belki de, sosyal bilimlerle politik alanın ilişkisi, bilginin, bilge’nin –dolayısıyla üniversitenin- özerkliği vb. konuları, evrenselcilik-farkçılık, batı olan-olmayan, olgu-değer vb. gibi, ikilikler çerçevesinde hatta sınırlandırıcılığı içinde konuşmamakla başlamak gerek. Şu ya da bu yanda olmak ya da bu tür bir “doğru” bilgiye ulaşma ihtiyacı, kusursuz bir hakikati gerektirdiği için kendiliğinde tehlikeli. Bu “hakikat” arayışı, bazen özel üniversite-kamu üniversitesi, bazen iktidarlar-YÖK, bazen pür akademisyen (akademi)-az gelişmiş üniversitelerin az gelişmiş akademisyenleri gibi yapay politik ikilemlerin bir yanında olmaya zorluyor ama konunun asıl göstergeler olan, iktidar, güç, bilginin üretimi ve yayılması, kullanımı, nihayet “pazar”la ilişkiler gibi boyutlarından uzaklaşmamıza yol açıyor.
Burada, ülkemizde ve dünyada özellikle iktidarın savlarını seslendiren rektörlerin miting alanlarında ya da açılış ve kapanış törenlerindeki ateşli, tam da ideolojik konuşmalarını, gelip geçici gündelik politik gelişmeler doğrultusunda aceleci bir yaranmacılıkla alınan üniversite senatoları kararlarını, medyada sık sık boy göstererek pazarda pay kapmaya çalışan akademisyenleri, -yazar tam tersi bir grubu kasdetmiş olsa da- Bourdieu’nun, (1994-95) “küçük entellektüel” demeyi yeğlediği, belirli bir ideolojinin eline düşen ve onun aktif taşıyıcısı olabilen, “proleterleşmiş entelijensiya” kavramı eşliğinde hatırlamak gerekiyor. Bu ideolojinin, gücünü iktidardan ya da muhalefetten alması durumu değiştirmemektedir. Değişen, gücünü iktidarlardan alan ideolojilerin genel kural olarak “apolitik ve bilimsel” olarak değerlendirilme olasılığının daha yüksek olmasıdır.
Sosyal bilimciler olarak tarafsızlık gibi bir seçeneğimiz bulunmamaktadır. Örneğin siyaset bilimciler ve felsefeciler olarak, Hobbes’u, ABD yönetiminin dünyayı haraca kesen ve kana bulayan yeni liberal-faşist politikalarını anlamaya çalışırken de hatırlayabiliriz, işgal altındaki Bağdat’ta, açlık, korku ve kaos içindeki insanların davranışlarını bir “uygar insan” reçetesine uyarlamaya çalışırken de. Sosyal psikologlar olarak, sosyal kimlik konusunu, tam da Batı’da herhangi bir dergide rahatlıkla yayınlanabilecek bir biçimde, “Kürtler”i, kolay ulaşılabilir bir örneklem olarak ele alıp, ülkemizdeki kimlik meselelerine hiç de kafa yormadan, dışarı’dan çalışmamız da mümkündür, İsrail’de önemli sayıda sosyal psikoloğun yaptığı gibi elini taşın altına koyarak barış sürecine katkıda bulunmayı hedefleyen bir bilgi üretmek için de. Sosyal bilimci olarak kim, bugünün dünyasında olup biten bunca adaletsizliğin, kötülüğün ve şiddetin hiç değilse “Batılı” insanların zihinlerinde ve vicdanlarında meşrulaştırılması sürecine, sosyal bilimlerin “ideal insan ve iyi toplum” a dair biriktirdiği her şeyin hiç bir katkısı olmadığını gönül rahatlığıyla iddia edebilir? Bu örneklerde, nereden bakacağımızı belirleyen, geleneksel paradigmalar ışığında biriken bilginin niteliği değil, sosyal bilimciler olarak, kendimize, dünyaya ve yaptığımız işe ilişkin sosyal temsillerimizdir, herkes gibi. Taraflılıkla suçlanma, genel olarak statükoya ve iktidara konulan mesafeyle ilgili olarak ortaya çıkmakta ve bu mesafe büyüdükçe, bilginin “ideolojik” olmakla suçlanması doğru oranda artmaktadır. Oysa, sosyal bilimlerin bilgisini bilimsel kılan şey, geleneksel ya da eleştirel olsun, sadece, yöntemin hesabının verilmesine ilişkin bir meşruiyetten kaynaklanır.
Beauvois (1999), sosyal psikolojinin bize çözümler ve iyi tercihler göstermediğini, ideolojik olarak tepki gösterilmesi gereken sorunlara işaret ettiğini belirtmiştir. Ona göre, “iyi satıyor” diye, egemen olana uygun bir tekbiçimliliğe yönelmek gerekmez: Yöneticiler, egemen olanlar, zenginler, yetişkinler, bu tipin –tekbiçimli evrensel ideal insan ve toplum modeli- içine kolayca sızarken ya da yerleşirken, tabi olanlar, fakirler, memurlar, çocuklar, kadınlar, bunun içinde kendilerini rahat hissetmemektedirler. Beauvois’nın kategorilerine, bütün beyaz olmayanları, heteroseksüel olmayanları kısaca bütün azınlıkları eklemek mümkün. Herhalde, sosyal bilimlerin başlangıç iddiası olan, herkes için iyi, adil ve yaşanılabilir bir dünyaya ilişkin bilgi üretme süreci, bu noktadan hareketle düşünmeyi gerektiriyor. Bourdieu’nun yazdığı gibi, (1994-95) kendileri hakkında aydınlanmış olan entellektüeller, toplumsal süreçlere akılcı bir müdahalede bulunabilecek durumdadırlar, tam da bu gerçeklik, bir porsiyon idealizmi savunmayı mümkün kılıyor. Bence bu bir porsiyon idealizm, günümüz dünyasında yeni bir etik arayışını, akademik, kurumsal ve “vicdani” temelleri olan yeni bir etik arayışını gerektiriyor.
[1] Yazı boyunca psikoloji, sosyal psikoloji ve sosyal bilim terimlerini birbirinin yerine kullandım. Bunun nedeni, tartışmaya çalıştığım konular açısından bunun bir sakıncası olmadığını düşünmem. Sosyal psikoloji özel olarak, çünkü dayandığım kaynaklar ve düşünceler açısından içinde kalmaya çalıştığım alan o.
 
Kaynakça
Bauman, Z. (2003). Modernlik ve Müphemlik. (Çeviren: İsmail Türkmen). Ayrıntı Yayınları
Beauvois, J. L. (1999). Bireyin üretimi ve yurttaş. (Çeviren: Nuri Bilgin). Demokrasi, Kimlik ve Yurttaşlık Bağlamında Cumhuriyet. Yayına Hazırlayan: Nuri Bilgin, Ege Üniversitesi Yayınları, 30-32
Bourdieu, P. (1994-1995). Politikanın krizi, entellektüeller, medya. (Çeviren:Tanıl Bora) Birikim. Sayı. 68-69, s. 84-87
Day, J.M., Tappan, M.B. (1995). Identity, voice, and psycho/dialogical perspectives From Moral Psychology. American Psychologist. Vol. 50, No. 1, 47-48.
Deleuze, G. (2003). İki Konferans. (Çeviren: Ulus Baker). Norgunk.
Gergen, K.J. (2002). Psychological science: To conserve or create? American Psychologist. Vol. 57, No. 6-7, 463-464.
Göregenli, M. (1997). Bir yöntem arayışı olarak etik-emik yaklaşım ve bireycilik-toplulukçuluk sorunu. Cumhuriyet Demokrasi ve Kimlik. Yayına Hazırlayan: Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları. 439-449.
Hofmann, S.G. (2002). More science, not less. American Psychologist. Vol. 57, No. 6-7, 462.
Ibanez, T. (1994). Gouverner I’intersubjectivite. (Çeviren: Nuri Bilgin-yayınlanmamış ders notları) Le Psychologique et La Politique, ed. Eres. n.64, 93-108
Kendler, H. H. (1999). The role of value in the world of psychology. American Psychologist. Vol 54(10) 828-835
Kendler, H.H. (2002). Romantic versus realistic views of psychology. American Psychologist. Vol. 57, No. 12, 1125-1126.
Kendler, H.H. (2003). Political goals versus scientific truths. A response to Jackson (2003). History of Psychology. Vol. 6, No. 2, 203-207.
Lau, M.Y. (2002). Postmodernism and the values of science. American Psychologist. Vol. 57, No. 12, 1126-1127.
Lunt, I. (1998). Psychology in Europe: Developments, challenges, and opportunities. European Psychologist. 3, 93-101.
Marecek, J. (1995). Gender, politics, and psychology’s ways of knowing. American Psychologist. Vol. 50, No. 3, 162-163.
Misra, G., Gergen, K.J. (1993). On the place of culture in psychological science. International Journal of Psychology. 38 (3). 224-243.
Moles, A. A. (1991). Belirsizin Bilimleri, (Çeviren: Nuri Bilgin). Yapı Kredi Yayınları
Moscovici, S. (1988). La Machine a Faire des Dieux, ed. (Çeviren: Nuri Bilgin-yayınlanmamış ders notları) Fayard. Paris
Parot, F. (2000). Psychology in the human sciences in France, 1920-1940. Ignace Meyerson’s historical psychology. History of Psychology. Vol. 3, No. 2, 104-121.
Phillips, L. (2000). Recontextualing Kenneth B.Clark. An afrocentric perspective on the paradoxical legacy of a model psychologist-activist. History of Psychology. Vol. 3, No. 2, 142-167.
Reicher, S. (2001). Reaksiyoner radikal psikoloji pratiği. Psikoloji ve Toplum. Parker, I. ve Spears, R. (Çeviren:Kemal İnal), Rastlantı Yayınları, 257-269.
Rooney, C. (2002). Examining Redding’s (2001) claims about lesbian and gay parenting. American Psychologist. Vol. 57, No.4, 298-299
Triandis, H. C. (1995). Individualism and collectivism. Westview Press.
Wilpert, B. (1999). Barriers to the metamorphosis of European psychology. European Psyhologist. Vol. 4, 219-226.
Yeğenoğlu, M. (2003). Sömürgeci Fantaziler. Oryantalist Söylemde Kültürel ve Cinsel Fark. Metis Yayınları
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir
Ekleyen: Berke

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.