Türk Dilinin Gelişim Tarihi

Türk Dilinin Gelişim Tarihi
Türk dilinin üstün niteliklerinin işlenerek gelişmesini geciktiren, dahası engelleyen durumlar tarih boyunca var olagelmiştir. Türklerin Anayurt diye adlandırdığı Ortaasya bozkırında, doğa koşullarının zorlamasıyla oluşan göçebe yaşamı, yerleşik düzene geçmeyi önlemiştir. Böylece kentlileşme (uygarlaşma ) zorlaştığından Türkçenin gelişmesi gecikmiştir. Bozkırın yorucu-sıkıntılı yaşam koşulları ve olumsuz iklim değişmeleri yüzünden, çevre bölgelere ve özellikle Batı ülkelerine doğru göçen Türk boyları, ayrımlı toplumlarla karşılaşmışlardır. O toplumların dillerinden ve kültürlerinden geniş biçimde etkilenmişlerdir.
Çevre ile ilişkiler ve göçler sonucunda Türkler kendi öz şamanlık inançları yanında Buda dini, Zerdüşt dini, Mani dini, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini benimsemişlerdir.Bu dinlerden din terimleri ve deyimleri aktarmışlar, benimsedikleri dinlerin gelenek ve göreneklerini kendilerininkilerle kaynaştırmışlardır.
Türkler göçtükleri ülkelerde kimi zaman bağımlı yaşamış, kimi zaman egemen devletler kurmuşlardır. Dıştan evlenme gelenekleri ve gittikleri çevreye uyum sağlamadaki aşırılıkları yüzünden, birtakım Türk boyları Türkçe konuşmayı unutma sonucu kimliklerini yitirmişlerdir. A. Z. Velidi Togan’ın Umumi Türk Tarihine Giriş adlı kitabında Eski Çinde egemenlik süren Türk soyları hep milliyetlerini yitirmişlerdir. Bunlardan Topa soyu hükümdarları, kendi uyrukları olan Türkleri zorla Çinlileştirmişler ve Türkçe konuşmalarını ölüm cezası ile önlemişlerdir. açıklaması yazılıdır. Bulgar Türklerinin Slavlaşması, Suriyede yerleşen bir bölüm Türkün Araplaşması ve daha nice örnekler bu bağlamda sıralanabilir. Özellikle müslümanlaşma sürecinde kimi Türk toplulukları, dillerini değiştirerek Acemleşmişler ve Araplaşmışlardır. Oysaki bu süreçte Araplar kendi dillerini kutsal dil görünümüyle başka uluslara benimsetmek, Acemler ise kendi dillerini İslam etkisinden korumak yolunu izlemişlerdir.
Türk Dilinin Gelişim Süreci
Dil bilginlerince Ural-Altay dil ailesinden sayılan Türk dili, bu ailenin Altay kolundandır. Türkçe,.öteki Altay dilleri ile birlikte, ünlü harf zenginliği, ünlü uyumu, sözcüklerde dişilik-erillik ayırımının bulunmayışı, eylem tabanının buyurum durumunda ve ad tabanının tekil durumda oluşu, dilbilgisi anlatımlarının soneklerle sağlanması gibi ayırtkan özelliklere sahiptir.
Türkçenin dil ürünleri, başka büyük dillere göre oldukça geç yazıya geçirilmiştir. Hun kağanı Mete’nin ünü çevresinde oluştuğu sanılan Oğuz Kağan Destanı, sözlü olarak yüzyıllarca Türk boylarınca söylenegelmiştir. İ.Ö. 750 ile 700 yılları arasında Ural Irmağını aşarak Güney Rusyaya gelen Saka (İskit) Türklerinin büyük kahramanı Alp Er Tunga adına oluşmuş sözlü destan parçaları, sonradan yazıya geçirilmiş, bilinen ilk Türk edebiyatı örneklerindendir. İ.Ö. III. Yüzyılda Altay’ın doğusunda imparatorluk kuran Hunlardan ve daha sonra kurulan bir bölüm Türk devletlerinden zamanımıza yazılı belge ulaşmamıştır.
Türklerin dil yapısı, ulus bilincine ulaşma ve devlet anlayışları konusunda bize bilgi veren ilk yazılı örnekler, Göktürklerden kalma, Orhun yazıtlarıdır.Tonyukuk, Kültiğin ve Bilge Kağan adına bengütaşlara yazılmışlardır. VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilen bu yazıtlarda Türk dili tarihinin en arı Türkçesi kullanılmıştır. O dönemde Türkçe, yabancı etkilerden uzaktır; ulusal sayılabilecek bir dinleri olduğu için din terimleri Türkçedir. Orhun yazıtlarında koyu ulusçuluk anlayışı ortaya konur. Yazıtlar bilinen ilk Türk abecesi olan Göktürk abecesi ile yazılmıştır. Ayrıca Göktürkler Bozkurt ve Ergenekon destanlarını oluşturmuşlardır.
Kırgızlardan kalma Yenisey yazıtları, küçük bir zaman ayırımıyla, Orhun yazıtları döneminde yazılmıştır.
Göktürklerin yerine egemenlik kuran Uygur Türkleri, yerleşik yaşama geçmeleri, kendi Uygur yazıları, benimsedikleri Buda ve Mani dinlerine ilişkin bıraktıkları bol sayıda dinsel metinlerle tanınırlar. Uygurlar döneminde Türeyiş ve Göç destanları oluşmuştur.
Anayurt kültürü döneminde Türk ozanlarının kopuzları eşliğinde, sesleriyle sözlerinin bütünleştiği koşuklar, sagular sonraki dönemlere Türk halk sözlü edebiyatı olarak taşınmıştır.
Daha sonra yöneticiler, seçkinler ve okumuşlar Anayurt kültüründen uzaklaşarak, göçler yoluyla ulaştıkları kültürlerin etkisine özellikle Arap ve Acem kültürlerinin etkisine- girdiklerinden, Anayurdumuzun Türk dili ürünlerini işleyip geliştirmemişlerdir. Dahası bu ürünleri değersiz görerek, Arapça-Farsça karması, biraz da Türkçe ile tatlandırılmış bir melez dili geliştirme yanlışlığına düşüp kendi kültürlerine yabancılaşmaya destek olmuşlardır.
Arapların müslümanlığı yayma savaşlarında, İran’ı ele geçirdikten sonra Türk bölgelerine ulaşmaları sırasında çetin bir Türk direnişi ile karşılaşılmıştır. Daha önce Abbasi halifesi Memun zamanında(805-807), Türklerden saray kolculuğu birliği kurulmasıyla başlayan Türk-Arap ilişkileri, Oğuz boylarının müslümanlığı benimsemesi(920-950) ve Karahanlıların müslüman Türk devleti olarak örgütlenmeleri (960) ile, Türklerin kitleler halinde müslüman olma sürecine dönüşmüştür.
Müslümanlaşma sürecinde Türkler, hızla Batı ülkelerine doğru yayılmaya, yeni yurtlar edinmeye ve bu arada kendi kültürlerinden oldukça farklı Acem ve Arap kültürlerinin etkisine girmeye başlamışlardır.Kısa bir süre sonra müslüman Türkler ile henüz müslümanlığı benimsemeyen Türkler arasında kültür uçurumu oluşmaya başlamıştır. Müslüman olan Türkler, Şamanlık, Buda dini, Mani dini gibi eski dinleriyle ilintili kültürlerini küfür sayıp toplum belleklerinden silmeye çalışmışlardır. Türk anlayışı yerini müslümanlık anlayışına bırakmıştır. Örneğin müslüman Oğuz Boyları Türkmen adıyla anılmaya başlanmışlar, müslümanlığı henüz benimsememiş öteki Oğuzları kendilerinden saymamışlardır.
Sözkonusu din kaynaşmasında Arapların ve Acemlerin tavrı oldukça farklıdır:
Müslümanlığı kendi soylarının dini sayan Araplar, Kuran dilinin Arapça olması gerekçesine dayanarak, Arapçayı müslümanlığın yayıldığı her yerde egemen kılmaya çalışmışlardır. Bu akım Emeviler döneminde çok güçlenmiş, en büyük devlet başkanları saydıkları Halife Abdülmelik zamanında, Arap dili İslam İmparatorluğunun resmi dili yapılmıştır. Kutsallaştırılan Arap dili etkisi ile kimi uluslar, örneğin Mısır Kıptileri, Irak Aramileri ve Kuzey Afrika Berberileri, tümden Araplaşmışlardır. Bu arada birtakım Türk boylarından Arap bölgelerine gidenler, örneğin Suriyeye giden Türkler, dillerini unutarak Arapça konuşmaya başlayıp Araplaşmışlardır. Müslümanlığı benimseyerek Arap kültürü etkisine giren başka soydan bilginler, İslam Dünyasının bilim dili durumuna getirilen Arapçaya hizmet etmeye başlamışlardır. Ünlü Türk filozofu Farabi (870-950), Yunanca felsefe terimlerine Arapça karşılıklar türetmiştir.
Türkler, müslümanlığı benimsemeye başladıkları ilk yıllarda, din terimlerini Arapça ya da Farsçadan almaya fazla eğilim göstermemişlerdir. Çünkü daha önce benimsedikleri Zerdüşt ve Mani dinlerinde İslam dininin kavramlarının birçoğuna karşıgelen din terimlerine Türkçe karşılık türetmişlerdi. X. yüzyılda Karahanlılar döneminde yapılmış Kuran çevirisinde din terimleri öz Türkçedir. Bu çeviride, Kuran’da bulunan 2500 dolayındaki sözcükten yalnızca 9 tanesine Türkçe karşılık türetilmemiştir.
Bir süre sonra Türk dili, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisine girmiştir. Türk seçkinleri arasında yazışma dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça hızla yayılmaya başlamıştır. Oysaki müslümanlığı benimseyen Acemler, kendi dillerini korumasını bilmişler, din terimlerinin Farsça karşılıklarını kullanmışlardır. Türkçeye giren İslam din terimlerinin birçoğu Arapça değil Farsçadır. Farsça yazan şair ve yazarlar, Firdevsi, Sadi, Hafız, Nizami(Türk kökenli), Ömer Hayyam, Mevlana (Türk kökenli) Farsçayı geliştirmişlerdir.
Sözkonusu geçiş döneminde Türkçe yazan yazarlarımız pek azdır. Karahanlı dil bilgini Kaşgarlı Mahmut, 1074 yılında tamamladığı Divan-ı Lügat-it Türk adlı yapıtıyla Araplara Türk dilini öğretmeyi ve sevdirmeyi amaçlamıştır. Yapıt Arap dili ile yazılmasına karşın, Türkçe sözcükler , deyimler, atasözleri ve koşuk örnekleri içeren çok değerli bir kültür kaynağıdır[ 9] . Bu değerli yapıtta Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğu örneklerle açıklanmıştır. Balasagunlu Yusuf Has Hacibin 1070 yılında yazdığı Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıt, olgun yazı dili ve güçlü anlatımıyla epik Türk edebiyatının özgün anıtlarındandır.
Yazar, dil konusunu işleyen dizelerinde (günümüzün Türkçesiyle):
Dildedir mutluluk dildedir değer
Dili olmayana insan mı derler?
İnsanda dilince değişir kader
Ya yurda baş olur ya başı gider
diyor.
XIII. yüzyılda Cengiz Han’ın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanması, Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki baskısını önemli ölçüde azaltmıştır. Timur İmparatorluğu döneminde (1368-1501), Uygur abecesi kullanılmış ve benzer olumlu gelişmeler Timurlular döneminde de sürmüştür. Timuroğullarından Hüseyin Baykara’nın Horasanda kurduğu devletin başkenti olan Heratta bulunan sarayında, Sultanın yakın dostluğunu kazanan Ali Şir Nevai (1441-1501), Türkçenin Farsçadan daha ileri bir yazı dili olduğunu kanıtlamak amacıyla,Muhakemetül Lugateyn adlı yapıtını yazmıştır. Bu yapıt zamanın Türkçe ulusçuluğunu temsil eder.Ne yazık ki daha sonra Anadoluda egemenlik kuran Selçuklular ve Osmanlılar’da bu içerikli yapıt veren aydınlar çıkmamıştır.
İranlıların, İslam ile gelen Arap kültürü etkisine boyun eğmeyişi ve geliştirdikleri tavırlar, ulusal dilin korunup geliştirilmesi bakımından ilginçtir. Emevilerin yerine Abbasilerin egemenlik kurmasına katkıda bulunan Horasanlı Ebu Müslim (Türk kökenli olduğu sanılır), Şüubiyye görüşünün Arap olmayan müslümanlar ve bu arada özellikle Acemler arasında benimsenmesine öncülük etmiştir. İslamın ilk dönemlerinden başlayarak Arap kökenli müslümanları hürr (özgür), Arap kökenli olmayan müslümanları ise mevali (mevlalar= bağışlanmış köleler) sayan Arap İslam Devleti, öteki budunların (kavimlerin) üzerinde baskı oluşturmuştu. Örneğin Halife Hz. Ömer, Arap kadınların dengi sayılmadıkları Arap kökenli olmayanlarla evlenmesini yasaklamıştı. Arap yönetimleri, Arap kökenli olmayanları ikinci sınıf müslüman sayıyorlardı. Arap kavmi üstünlüğü görüşüne karşıt olanlar,Şüubiyye adı ile örgütlenmişlerdir. Ünlü Türk bilgini Biruni (973-1051), bu anlayışı destekleyenlerdendir. Şüubiyye yandaşlığı İran’da ulusal kültürün ve ulusal dilin korunup gelişmesinde etkili olmuştur.
İranın ulusal şairi Firdevsi, İlkçağ İran düşüncesini ve inançlarını savunmuş, Arapları ağır dille yermiştir. 1010 yılında Horasanın Türk hükümdarı Gazneli Mahmuta sunduğu, 60.000. beyitlik Şehname adlı Farsça mesnevisinde, İran mitolojisini yüceltmiş, Arapları ise aşağılamıştır. Firdevsi Şehnamede;
“Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Keylerin (eski Fars hükümdarları Keykubat, Keykavus, Keyhusrev v.b.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu senin yüzüne kahbe felek tuu!”
demektedir.
Türk hükümdarı Gazneli Mahmut, İran mitolojisi kahramanları Zalı, Zaloğlu Rüstemi, Saka kağanı Alp Er Tunga’ya (Efrasyab) karşı savaşlarındaki başarılarından dolayı öven Şehnameyi ödüllendirmiş ve sarayının duvarlarına işletmiştir. Gazneli Mahmut ve kendisinden sonra hükümdar olan oğlu Mesut Türkçe konuşmakta idilerse de -Firdevsinin Farsçayı işleyip geliştirme çabalarını destekleyecek ölçüde anadillerinin bilincinden yoksun olduklarından- kurdukları devlet daha sonra Farslaşmıştır. Sonradan kurulan Türk devletlerinde , bu arada Osmanlıda, Zaloğlu Rüstem bizim ulusal kahramanımız gibi tanıtılmış, buna karşılık Türk kahramanı Alp Er Tunga (Tonga) unutulmuştur. Zaloğlu Rüstemin Alp Er Tungayı hile ile yakalatmasının anısı olarak dilimizde Tongaya düşmek deyimi kalmıştır. Osmanlı divan şairleri, kendi ulusal destanımızmış gibi Şehname’den etkilenmişlerdir.
İslam coğrafyasının geniş bir alanında egemenlik kuran Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157), Türk halkı ve askerlerine dayanmasına karşın, Türk dilinin gelişmesine önemli bir katkıda bulunmamıştır. Devlet ve seçkinler, bilim ve edebiyat dili olarak Arapça ve Farsçayı kullanmışlardır. Anadolu Selçukluları (1077-1308) resmi dil olarak Farsçayı kullanmışlardır. Ünlü Selçuklu veziri Acem asıllı Nizamülmülk, Siyasetname adlı yapıtını Farsça yazmıştır.Tutucu sünni İslam anlayışının ideologları Eşari ve Gazalinin düşüncelerini egemen kılmak için kurduğu Nizamiye Medreselerinin dili Türkçe değildir. Anadolu Selçukluları döneminde, Farsça Anadoluda giderek yaygınlaşıp devlet, bilim ve edebiyat dili olmuş, Arapçanın bile etkinliğini silmiştir.
Moğol istilasıyla Anadoluya, Türkmenlere ek olarak Kıpçak, Peçenek, Harizmli gibi öteki Türkçe konuşan boylar gelip yerleşmiştir. O sırada kentli Selçuklu ileri gelenleri kendilerini Türk/Türkmen saymazlar, Rumi diye adlandırırlardı. Mevlana Celaleddin Rumi, yapıtlarını Farsça yazmanın yanında Türkmenleri aşağılamada aşırı tavır sergiler:
“Dünyayı Grekler inşa eder, Türkler yıkar.”
demiştir. Büyük Selçuklu döneminin din ideoloğu İmam Gazalinin insan görünümündeki Türklere dini görev verilmemesini öğütleyen görüşünden, Anadolu selçukluları döneminde de vazgeçilmediği anlaşılmaktadır.
Bütün bu olumsuz oluşumlara karşın, Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadolu’da hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Beyin Konyayı ele geçirip Siyavuşu Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs de ünlü fermanını yayınlar:
“Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır!”
Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler, Farsçayı benimsetmeye çalışan Rumi adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.
——————————————————————————–
Türkçe Hakkında İlginç Notlar
*Türkiye’den yapılan radyo televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı gençler artık Farsça “evet” anlamına gelen “beli” yerine “evet” demeye başlamışlar. Vaktiyle biz “vazife” diyorduk, onlar da “vazife” diyorlardı. “Görev” kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zamanyadırgamıyorlar. Türkiye’deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı konukları da daha rahat anlayabiliyor.
*Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz:
1. Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller,
2. Dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller,
3. Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller.
Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri; ikinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca; üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya’nın hızla gelişen Çin’in dili de yakın bir geecekte bu kategoride yer alacaktır.
*Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan “Sayılarla Avrupa Topluluğu” yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83’ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa’da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan’da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.
*Sırf İstanbul’da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150’nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871’dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000’i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler “Robert Kolej, Galatasaray Lisesi” başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.
*Tarihçi Jean-Paul Roux, ”Türklerin Tarihi” adlı yapıtında ”Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.” diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir.
*Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ”Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.
*Jean Deny, ”Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !” demektedir.
*XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.
* Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277’de ünlü fermanını yayınlar: ”Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ”. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ” külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler”, Farsçayı benimsetmeye çalışan ”Rumi” adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.
*Yunus ,Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine:
”Ete kemiğe büründüm
Yunus deyi göründüm.”
beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus’un şiirleri yüzyılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan :
Gelin kardeş olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
dörtlüğü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.
*Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın
”Çukurova bayramlığın giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet demek sana yakışır dağlar”
dörtlüsü ile başlayıp
”Karacaoğlan size bakar sevinir
Sevinirken kalbi yanar göğünür
Kımıldanır hep dertleri devinir
Yas ile sevinci yıkışır dağlar”
dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.
* I. Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II. Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın ”Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar” diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.
*Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ”Balliemez” damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ”Balyemez Topu” diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ”Balyemez” sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ”Asalnemihored” yapmıştı. ”Asal”, Arapça “bal”, ”Nemi-hored” ise Farsça “yemez” anlamına geliyordu
*Abece sorununu, Atatürk ”Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.” diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır.
*Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan’ın ”Türkçenin Gücü” yapıtında açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ”sür-” kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.
*1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ”sarık” sözcüğü de vardır.
*12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ”devrim” ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan ”evren” sözcüğü bile bulunmakta idi.
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir.

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.