Vigotski ve Piaget

Vigotski ve Piaget
Piaget’yi ilk ve en iyi şekilde eleştiren kişi, 1924-34 döneminde Piaget’nin düşüncelerine tutarlı bir alternatif geliştiren Sovyet eğitimcisi Vigotski idi. Trajiktir ki, Vigotski’nin düşünceleri Sovyetler Birliği’nde ancak Stalin’in ölümünden sonra yayımlandı ve Batıda 1950’lerde ve 60’larda tanınarak, Jerome Bruner gibi birçokları üzerinde güçlü bir etki yarattı. Günümüzde onun düşünceleri eğitimciler arasında geniş ölçüde kabul görmektedir.
Vigotski, jestlerin dilin gelişimindeki önemli rolünü açıklamakla, zamanının çok ilerisinde olduğunu göstermişti. Bu görüş, dilin kökenlerini açıklığa kavuşturan psikolinguistler (ruhdilbilimciler) tarafından son zamanlarda yeniden diriltilmiştir. Bruner ve diğerleri, jestlerin, çocukta dilin sonraki gelişimine muazzam bir etki yaptığına dikkat çekmişlerdir. Piaget, çocuğun gelişiminde biyolojik yöne daha fazla vurgu yaparken, Vigotski, Bruner ve diğerleri gibi, daha çok kültür üzerine yoğunlaşmıştır.
Kültürde aletlerin çok önemli bir rolü vardır; bu aletler ister ilk hominidlerin sopa ve taşları olsun, ister günümüz çocuğunun kurşun kalem, silgi ve kitapları.
Son araştırmalar, bebeklerin Piaget’nin düşündüğünden daha erken bir aşamada belli yetenekleri sergilediklerini göstermiştir. Biyoloji temelinden gelmiş birisi olarak çocuk gelişiminin bu yönüne ağırlık vermesi kaçınılmaz olan Piaget’nin çok küçük bebekler hakkındaki düşünceleri aşılmış görünüyor, ama araştırmasının büyük bölümü geçerliliğini korumaktadır. Vigotski soruna başka bir açıdan yaklaştı, ama ortak noktalar vardı. Örneğin, Piaget’nin kendi çalışmalarında “duyu-motor aktiviteler”in –başka bir oyuncağa ulaşmak için bir tırmığın kullanılması gibi– taslağını çizmesi gibi, Vigotski de, çocukluğun ilk yıllarına dair incelemesinde, “dilsel olmayan düşünce” üzerinde durur. Bunun yanı sıra bebeklerin anlaşılmaz sesleri (“bebek-dili”) dikkat çekicidir. İki öğe bir araya geldiğinde dilde patlamalı bir gelişme olur. Yeni yürümeye başlayan çocuk, her yeni deneyiminin adını bilmek ister. Vigotski farklı bir rota tuttursa da, yolu Piaget açmıştı.
Büyüme süreci beceriksizlikten becerikliliğe doğru lineer bir ilerleme değildir: Yeni doğmuş bir bebek, yaşabilmek için sonraki yetişkinin minik bir versiyonu olarak değil yeni doğmuş bir bebek olarak becerikli olmalıdır. Gelişme yalnızca nicel olmayıp, içinde nitel dönüşümlerin olduğu –örneğin meme emmesiyle katı yiyecek çiğneme arasında, ya da, duyu-motor ile bilişsel davranış arasında– bir süreçtir.[14]
Ancak yavaş yavaş, uzun bir dönem boyunca ve zorlu bir alışma ve öğrenme süreciyle birlikte çocuk, kör duyumların ve güdülerin bir bohçası, aciz bir nesne olmaktan çıkar ve bilinçli, kendi kendini yöneten özgür bir fail haline gelir. İşte, tek bir bebeğin gelişimiyle insan türünün gelişimi arasındaki çarpıcı paralelliği sağlayan şey de, bilinçsizlikten bilinçliliğe, çevreye tam bağımlılıktan çevreye egemen olmaya geçiş için verilen bu sancılı mücadeledir. Elbette bu paralelliğin kusursuz olduğunu ima etmek yanlış olurdu. Her analoji ancak belirli sınırlar içinde geçerlidir. Ama en azından bazı noktalarda bu tür paralelliklerin gerçekten de varolduğu sonucuna karşı durmak zordur. Alt düzeyden üst düzeye, basitten karmaşığa, bilinçsizlikten bilinçliliğe; bu özellikler yaşamın evriminde sürekli olarak tekrar ederler.
Hayvanlar, insanlara göre duyulara daha fazla tâbidirler ve daha iyi duyma, görme ve koku alma duyusuna sahiptirler. Görüş keskinliğinin çocukluğun son dönemlerinde yüksek bir noktaya ulaşması ve ardından gerilemesi dikkat çekicidir. Diğer taraftan, yüksek entelektüel fonksiyonlar yaşam boyunca, yaşlılığa dek gelişmeyi sürdürürler. İnsanların bilinçsizlikten gerçek bilinçlilik düzeyine geçtiği yolun izini sürmek, bilimin en büyüleyici ve önemli görevlerinden biridir.
Bebek, doğumda yalnızca refleksleri bilir. Ama bu hiç de pasiflik anlamına gelmez. Varlığının ilk anından itibaren bebeğin çevresiyle ilişkisi aktif ve pratiktir. Yalnızca kafasıyla değil tüm vücuduyla düşünür. Beyin ve bilincin gelişmesi doğrudan doğruya pratik etkinliğe bağlıdır. İlk reflekslerden birisi emmedir. Burada bile deneyimden öğrenme mevcuttur. Piaget, bebeğin bir ya da iki haftadan sonra başlangıçtakinden daha iyi emdiğine dikkat çeker. Sonra çocuğun nesneleri tanımaya başladığı bir ayrıştırma süreci gelir. Daha sonra bebek yalnızca düşüncede değil eylemde de ilk genellemelerini yapmaya başlar. O yalnızca memeyi emmez, havayı ve sonra kendi parmaklarını da emer. İspanyolların bir sözü vardır: “Başparmağımı emmem”, bunun anlamı “aptal değilim”dir. İşin doğrusu bir başparmağı ağza sokmak bir bebek için oldukça zor bir iştir, ki genellikle ancak ikinci ayda ortaya çıkar ve el ile beyin arasındaki belirli bir eşgüdüm düzeyini gösteren önemli bir adım oluşturur.
Doğumun hemen sonrasında çocuk dikkatini belirli nesneler üzerinde odaklamakta zorluk çeker. Belirli nesneler üzerinde ancak yavaş yavaş yoğunlaşabilir hale gelir ve nerede olduklarını sezinleyerek onları görmek için başını hareket ettirir. Bruner tarafından analiz edilen bu gelişme, ilk iki ya da üç ay içerisinde gerçekleşir ve yalnızca görsel alanı değil etkinliği de içerir: gözlerin, başın ve vücudun dikkati çeken nesneye doğru yönelmesi. Aynı zamanda ağız, görme ve el hareketi arasındaki bağlantı haline gelir. Yavaş yavaş, görsel olarak yöneldiği bir nesneye ulaşma-tutma-getirme süreci başlar, ki bu süreç her zaman eli ağza getirmeyle sonuçlanır.
Yeni doğmuş bir bebek için dünya her şeyden önce emilecek bir şeydir. Sonra, bakılacak ve dinlenecek bir şey ve yeterli bir eşgüdüm düzeyine ulaşıldığında da hareket ettirilecek bir şeydir. Bu, henüz bilinç diyebileceğimiz şey değildir, ama bilincin başlangıç noktasıdır. Bu basit öğelerin alışkanlıklar ve organize algılar halinde birleşmesi için çok uzun bir gelişme süreci gerekir. Daha sonra, sistematik parmak emmeyi, başın bir sesin geldiği yöne doğru çevrilmesini, hareketli bir nesneyi gözlerle izlemeyi (ki bir genelleme ve sezinleme düzeyini gösterir) görüyoruz. Beş hafta ya da daha uzun bir süre sonra bebek gülmeye başlar ve –bebeğin bir kişi ya da hatta bir nesne kavramına sahip olduğu anlamında alınamazsa da– diğerlerine göre bazı insanları tanır. Bu, en temel duyu-algılama aşamasıdır.
Nesnel dünya ile ilişkilerinde bebeğin önünde iki olasılık vardır: Şeyleri (ve insanları) kendi etkinliklerinin içine dahil etmek ve böylelikle maddi dünyayı özümsemek ya da öznel istek ve itkilerini dış dünyaya göre ayarlamak, yani gerçekliğe uydurmak. Çok erken yaştan itibaren bebek ağzına sokmak suretiyle dünyayı kendisine “özümsemeye” çalışır. Daha sonra, dış gerçekliğe uyarlanmayı öğrenir, yavaş yavaş farklı nesneleri ayırt etmeye ve algılamaya ve onları hatırlamaya başlar. Deneyim yoluyla, erişme ve tutma gibi bir dizi işlemi kotarma yeteneğini kazanır. Mantıksal zekâ ilk önce somut işlemlerden, pratikten ortaya çıkar ve ancak çok sonraları soyut çıkarımlara varır.
Piaget, çocuğun gelişiminde net biçimde tanımlanmış altı “aşama” saptadı. Beslenme gibi temel güdüsel eğilimleri içeren refleksler ya da kalıtımsal fonksiyonlar aşaması. Yiyecek edinme ihtiyacı doğuştan gelen ve yeni doğmuş çocuğun reflekslerini kontrol eden güçlü bir itkidir. İnsanların tüm hayvanlarla paylaştıkları ortak bir özelliktir bu. Yüksek düşüncenin unsurlarından yoksun olan yeni doğmuş bebek, yine de doğal bir materyalisttir; fiziksel dünyanın varlığına sağlam inancını, tüm hayvanlarla tamamen aynı şekilde ifade eder, onu yiyerek. Zeki filozofların, insanları, dışımızda bir maddi dünya olup olmadığını gerçekte söyleyemeyeceğimize ikna etmeyi başarmaları için büyük bir entelektüel incelik göstermeleri gerekir. Bu sözümona karmaşık ve büyük felsefi sorun, aslında bir bebek tarafından mümkün olan tek yolla, pratik yoluyla çözülür.
Çocuk iki yaşından itibaren sembolik düşünme ve ön kavramsal temsil dönemine girer. Çocuk resim görüntülerini gerçek şeylerin yerini alan semboller olarak kullanmaya başlar. Buna paralel olarak dilin gelişmesi gelir. Bir sonraki aşama dünyadaki diğer referans noktalarının tanındığı ve eşzamanlı olarak tutarlı bir dilin geliştiği koşullu temsil aşamasıdır. Bunu yedi yaşından on iki yaşına kadar süren işlemsel düşünme takip eder. Çocuk nesneler arasındaki ilişkileri tanımaya ve daha soyut kavramlarla uğraşmaya başlar.
Çocuğun zihinsel gelişiminin anahtarını sunan şey, tam da pratik ve doğuştan gelen genetik olarak koşullanmış eğilimlerin etkileşimidir. Piaget’nin ikinci aşaması, ilk “organize algıların” ve temel nitelikteki “farklılaşmış duyguların” eşlik ettiği temel motor alışkanlıklar aşamasıdır. Üçüncü aşama “duyu-motor zekâ” ya da pratik (ki konuşmadan önce gelir) aşamasıdır. Daha sonra bireyler arasındaki kendiliğinden ilişkileri, özellikle yetişkinlere itaati içeren “ön sezgisel zekâ” aşaması; mantığın ve ahlâki ve toplumsal duyguların gelişimini içeren “somut entelektüel işlemler” aşaması (7 ilâ 11 ya da 12 yaş arası); ve son olarak, soyut entelektüel işlemler –kişiliğin oluşumu, yetişkinler toplumuna duygusal ve entelektüel entegrasyon (ergenlik)– aşaması gelir.
İnsanın ilerlemesi genelde düşüncenin gelişimine, özelde de bilim ve teknolojinin gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. Rasyonel soyut düşünme kapasitesi kolay oluşmaz. Bugün bile birçok insanın aklı, somutun tanıdık dünyasını geride bırakan düşünceye isyan etmektedir. Bu yetenek çocuğun zihinsel gelişiminde oldukça geç ortaya çıkar. Bunu, çocukların, perspektif yasalarına vs. göre görmeleri gereken şeyi değil de, gerçekten gördükleri şeyi yansıttıkları resimlerinde görürüz. Mantık, etik, ahlâk, hepsi çocuğun entelektüel gelişiminde geç ortaya çıkarlar. İlk dönemde her eylem, her hareket, her düşünce zorunluluğun ürünüdür. “Özgür irade” kavramının çocuğun zihinsel etkinlikleriyle hiç bir ilgisi yoktur. Açlık ve yorgunluk, en küçük bebekte dahi yiyecek ya da uyku isteğine yol açar.
En ilkel düzeyde dahi olsa bir soyut düşünme kapasitesine sahip oluş, özneyi hem uzayda hem de zamanda en uzak olayların dahi hakimi kılar. Bu, ilk insanlar için olduğu kadar çocuklar için de doğrudur. En eski atalarımız kendilerini diğer hayvanlardan ya da cansız doğadan net bir biçimde ayırmıyorlardı. Gerçekten de onlar hayvanlar âleminden bütünüyle çıkmamışlardı ve büyük ölçüde doğa güçlerinin insafına kalmışlardı. Kendinin farkında oluşun unsurları, maymunlarda olmasa bile en yakın akrabamız olan şempanzelerde var görünüyor. Ama soyut düşünce potansiyeli yalnızca insanlarda tam ifadesine ulaşıyor. Bu, insanoğlunun temel ayırt edici özelliklerinden biri olan dile sıkı sıkıya bağlıdır.
İnsanın beyin hacminin %80’ini oluşturan neo-korteks, beynin gruplarla ilişkilerden sorumlu kısmıdır ve genel olarak düşünmeyle ilgilidir. Toplumsal yaşam, düşünce ve dil arasında sıkı bir bağlantı vardır. Yeni doğmuş bir bebeğin kendisini merkez alan doğası, yerini yavaş yavaş, kendi yasaları, kendi gerekleri ve kendi sınırlamalarıyla bir dış dünyanın, insanların ve toplumun varolduğunu kavramaya bırakır. Epey sonra, üç ilâ altı ay arasında, Piaget’ye göre ilk basıncı ve sonra da elle hareket ettirmeyi içeren tutma aşaması başlar. Bu, bebeğin güçlerinin katlanmasına ve yeni alışkanlıkların oluşumuna yol açan tayin edici bir adımdır. Bundan sonra gelişim hızlanır. Piaget sürecin diyalektik doğasını göstermiştir:
“Ayrım noktası her zaman bir refleks döngüsüdür. Ama bu döngünün işleyişi, ses çıkartmaksızın kendisini yinelemekten ziyade, yeni unsurları bir araya getiren ve ilerici farklılaşmalar sayesinde bu unsurlarla hep daha geniş organize bütünlükler oluşturan bir özelliğe sahiptir.” Demek ki, çocuğun gelişimi lineer bir çizgi ya da bir kısırdöngü değil, uzun süren yavaş değişim dönemlerinin ani ileri sıçramalarla kesintiye uğradığı ve her aşamanın nitel bir ilerleme içerdiği bir helezondur.
Piaget’nin üçüncü aşaması “pratik zekâ” ya da “duyu-motor aşama”dır. Bu “aşamaların” kesin karakteri ve resmedilişi elbette tartışmaya açıktır, ama genel yaklaşım çizgisi geçerliliğini korur. Zekâ, nesnelerin elle hareket ettirilmesiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Beynin gelişimi doğrudan doğruya elle bağlantılıdır. Piaget’nin dediği gibi: “Ama bu, özellikle nesnelerin elle hareket ettirilmesine uygulanan ve eylem tasarımında sözcükler ve kavramlar yerine, yalnızca algılar ve organize hareketlerden yararlanan bir pratik zekâ sorunudur.”[15] Bundan da görüyoruz ki, tüm insan bilgisinin temeli, deneyim, faaliyet ve pratiktir. Özellikle eller belirleyici bir rol oynamaktadır.
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir
Ekleyen: Berke

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.