Fıtrat ve Adalet

Bilimi evrensel kılan husus, her ilme ait kanun ve prensiplerin sağlam ve eğitilmiş akıllar tarafından önyargısız araştırmalarla keşfedilmiş olmasıdır. İnsanların yaptığı şey, hâdise ve varlıklarda parıldayan bilim ışığını fark edip ifadelendirmek, daha sonra da bu bilgileri yeni sahalara uygulamaktır. Temel bilimlerdeki ilerlemeler, hem icat eden sezgiye dayalı akıl fakültelerini, hem de keşfeden gözlem-sorgulamaya dayalı akıl bileşenlerini birlikte kullanmakla mümkündür. Bu açıdan bilim insanları ya mucit, ya kâşif veya hem mucit hem de kâşif kabiliyetleriyle donatılmış kimselerdir. Kâşif bilim insanlarının yaptığı şey, bilimi icat etmek değil, keşfetmektir. Bu açıdan keşiflere yönelik bilimin kaynağı sadece akıl değildir.
 Keşiflerin gerçek olup olmadığının test edilmesini tetikleyen şüphecilik, ilimde önemli bir kontrol mekanizmasıdır. Zîrâ araştırmalar esnasında bilim, şahsî görüş ve önyargılarla karıştırılabilir. Bu yüzden, ortaya yeni konan ilmî tespitlerin muhakeme edilmesi ve belli testlerden geçirilerek ayıklanması gerekir. Ancak bu sürecin sonunda, ilim evrenselleşir ve şahsilikten çıkıp cihanşümul bir hususiyet kazanır.
İnsanların eğitim ve aklî gelişmişlik seviyesi arttıkça, görüş ayrılıkları azalmakta ve dünya çapında daha geniş bir mutabakat sağlanmaktadır. Meselâ bir zamanların en ateşli tartışma konusu olan Dünya’nın yuvarlaklığı bugün sıradan bir bilgidir. Bilim ışığıyla bakıldığında bilgi eksikliği veya yanlış bilgiden kaynaklanan fikir ayrılıkları ve ihtilâflar sona ermekte, aklın tatmin edilmesiyle genel bir mutabakat sağlanmaktadır. Bu duruma çarpıcı bir misâl, Erzurum’un Abdurrahman Gazi mevkiidir. Burası hem türbeleri, hem de yokuşlarıyla meşhurdur. Halk arasında bu bölge, duran arabaların kendi hâllerine bırakıldığında yokuş yukarı gittiği rampasıyla bilinir. Görenleri hayrette bırakan ve fizik kanunlarını göz göre göre ihlâl eden bu hâdiseyi, kimi keramet olarak tarif eder, kimi de manyetik alanla (nedense arabayı çektiği iddia edilen bu alanın, para gibi metallere hiç tesir etmemesini kimse sorgulamaz) izah etmeye çalışır. Aklını yeterli seviyede eğitmeyen ve sorgulamayan insanların tevatürlere ve gözlerine olan itimatları bazen o kadar güçlü olabilir ki, diğer muhtemel açıklamaları düşünemezler. Abdurrahman Gazi mevkii, coğrafik açıdan ilginç bir topoğrafyaya sahiptir. Yola paralel konan basit bir su terazisi gösterecektir ki, yokuş olarak bilinen o yol aslında iniştir ve arabaları hareket ettiren şey de, diğer inişlerde olduğu gibi yerçekiminden başka bir şey değildir. Burada aslında bir algı ve görme yanılsaması olabileceğine kimse itibar etmemekte, hakikat ehlinin nazarında fizik kanunları yalancılık ithamına maruz kalmaktadır. Eğer bu kanunların dili ve şuuru olsaydı, adalet talebiyle bu insanları mahkemeye verecekti. Mahkeme de âdil bir karar verebilmek için, her iki tarafın doğruluk ve tarafsızlığını kabul edeceği su terazisi gibi şahitlere müracaat edecekti. Aklın ilim ışığıyla gördüğü bu manzara karşısında, insaf sahibi insanlar gözlerine güvenmekle haksızlık ettiklerini görecek ve doğruluğa kanaat edeceklerdi. Benzer şekilde, bir duvarın eğik veya doğru olduğu konusunda bir fikir ayrılığı olduğunda, sarkıtılan basit bir duvarcı şakülü bu ayrılıklarını giderecek ve herkesi aynı görüşte birleştirecektir. Burada önemli husus, aklın ve gönlün birlikte tam tatmin olması ve itiraz edilecek bir noktanın kalmamasıdır.
Hayvanlardan farklı olarak insanlarda bildiğimiz maddî mide ile beraber çok sayıda mânâ mideleri vardır. Akıl ve adalet bu midelerin önde gelenlerindendir. Akıl midesinin gıdası ilimdir ve aklen gelişkin bir insanın aklıyla ilim yemekten aldığı haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Adalet duygusu da akıl gibi mânevî bir midedir ve gıdası mağdura hakkını, zalime de cezasını vermektir. Yani işlerde adaleti gözetmek ve canlı-cansız bütün varlıklara adaletle muamele etmektir. Bu duygunun hazzı, mağdurların hak ettiği şeye kavuştuklarını ve zalimlerin layık oldukları cezaya çarptırıldıklarını görmekten doğan memnuniyet ve sevinçtir. Haksız muamele ve zulüm, adalet duygusunu incitir ve vicdan sahibi herkesi rahatsız eder. Geçmişteki adaletsiz bir muamele hatırlandığında insanı ızdıraba boğar ve hayatın tadını kaçırır.
Nasıl merak ve ilim öğrenme hissinin insandaki muhatabı akıl ve zihnin çeşitli fakülteleri ise, adalet hissinin alıcısı da vicdandır. Bundan dolayı, adalet akıldan ziyade vicdanla tartılır. Rus yazar Aleksandır Soljenitsin’e göre: “Adalet vicdandır; ferdî bir vicdan değil bütün insanlığın vicdanıdır. Kendi vicdanlarının sesini net olarak tanıyanlar genellikle kamu vicdanının sesini de tanırlar.” Adaletin sembolü terazidir, ancak bir şeyin adalete uygun olup olmadığını gösteren şakül veya su terazisi gibi fizikî teraziler her zaman söz konusu değildir. Kendisi madde dışı yani mânâ olan adaleti tartan vicdan terazisi de mânâdır ve o yüzden adalet de ilim gibi hissedilir; ama beden gözüyle görülemez ve başkalarına gösterilemez. Meselâ adaletle hükmeden yöneticileri insanların nazarında yücelten âdillik hasleti, bu âdil kişilerin atom veya moleküllerinden kaynaklanmamaktadır. Zîrâ insan bedeninin temel yapıtaşları olan karbon, azot, hidrojen ve oksijen atomlarıyla atomlararası bağlar, âdil ve zalim kişilerde aynıdır. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, insanlarda varlığı görülen adalet ışığı insanın maddesinden değil, aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının elmasın atomlarından değil de dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi, dışarıdan gelir. Bu yüzden nasıl bilim ve aklın ne olduğu, en kolay şekilde cehalet ve akılsızlık üzerinden tarif ediliyorsa, adalet ve vicdan dahi, daha ziyade zıtları olan adaletsizlik ve vicdansızlıkla bilinir. Eğri olan bir duvar, nasıl su terazisi ile kolayca belirlenen yerçekimi hatlarını referans alan gözü rahatsız ediyorsa, hukuku ihlâl eden eğri bir davranış da, bozulmamış bir vicdanda vicdan terazisinin ibresini denge konumundan saptırır ve vicdanı burkar. Adaleti sağlayan davranış, vicdandaki bu burkulmayı telâfi eden ve vicdan terazisini tekrar denge hâline getirip rahatlatan davranıştır.
Adalet fıtrata uygun olmak, bunun gereğini yerine getirmektir
Adalet; mizan, ölçülülük ve dengedir. Vicdanlı olma vasfı olan adalet, hakların belirlenmesi ve hak edenlere layık oldukları ceza veya mükâfatın verilmesini gerektirir. Adaletsizlik mefhumuyla da haksızlık ve insafsızlık kastedilir. Başka bir ifadeyle adalet, her şeyin lâyık olduğu ve hak ettiği yerde olması, kişinin hakkına razı olup başkalarının hakkına tecavüz etmemesi, fıtrat veya hikmet olarak da ifade edilen yaratılış gayesine uygun hareket etmesidir. Adalet ve dengeden güzellik, nezahet ve estetik doğar; sükûnet, huzur ve hoşnutluk hâsıl olur. Adalet, insana verdiği huzur ve ulvî haz ile bilinir ve huzuru yok eden itiraz ve isyan hislerini giderir. Hak ettiğine rıza gösterme yerine itiraz etme hissinin kaynağı, fıtrattan sapış ve yaratılış gayesine aykırı davranıştır. Fıtrata aykırı hareket, adaletsizliktir. Bunun anında verilen cezası, huzursuzluktur. Hattâ denebilir ki adalet, güzellik; zulüm ise, çirkinliktir. ABD’li filozof ve yazar Henry David Thoreau’nun ifadesiyle: “Adalet şirin ve âhenkli, adaletsizlik ise haşin ve âhenksizdir.” O yüzden adalet çekici, zulüm ise iticidir. Eski Romalı filozof ve devlet adamı Marcus Tullius Cicero’nun dediği gibi: “Adalet, herkese hak ettiğini veren yerleşik ve değişmez gayedir.” Evrensel bir değer olan “musavat-ı hukuk” kaidesi, halk arasında genellikle ‘kanun önünde eşitlik’ olarak bilinir, zengin ile fakirin, âmir ile memurun, işçi ile patronun kanun önünde ve hâkim karşısında eşit muamele görmesini gerektirir. Yani hakkını aramada ve hak ettiği şeyi almada herkes eşittir. Eğer bir yerde kendilerini kanunun üzerinde gören imtiyazlılar varsa, orada adalet yoktur. Marie von Ebner-Eschenbach’ın ifadesiyle: “Adaletin en büyük düşmanı imtiyazdır.” Adalet denince akla genellikle mahkemeler yoluyla alınmaya çalışılan haklar ve telâfi edilmeye çalışılan mağduriyetler gelir. Ama adalet, çok daha geniş bir sahayı kapsayan ve âdeta bütün varlıklara nüfuz eden en temel, kapsamlı felsefî kavramlardan biridir.
Adaletin kaynağı hakkında birçok teoriden biri, onun insan tabiatından kaynaklanan ve içten gelen bir his olduğudur. Bu görüşü destekleyen tecrübî veriler vardır. Adalet sıfatıyla tanınan insanların özelliği, adalet ışığı için kuvvetli bir alıcı konumunda olmaları, çevredekilere huzur ve güven veren bu ışığı hâl ve hareketlerine yansıtmalarıdır. Bu da kâinatta madde ve zamandan bağımsız yaygın bir adaletin var olduğunu gösterir. Dolayısıyla, insan fıtratı adaletsizliği reddeder ve zulme karşı bazen hayatı pahasına da olsa isyan eder. Maruz kalınan zulümler neticesi adalet hissi yaralanan ve dengesi sarsılan insan, yaralı bir aslan gibi garaz ve intikam hislerinin kontrolü altına girerek birçok zulmü işleyebilir. Kabaran garaz ve intikam hislerini teskin eden ve kükreyen aslanı kuzuya çeviren sakinleştirici iksir, adalet mekanizmasının işletilmesidir. Çünkü adalet, adaleti celbeder. William Hazlit’in ifadesiyle: “Başkalarına adaletle muamele etmeye en hazır olanlar, dünyanın kendilerine adaletle muamele ettiği hissini taşıyanlardır.” İngiliz filozof Francis Bacon da bunu şöyle ifade eder: “Eğer biz adaleti muhafaza etmezsek, adalet de bizi muhafaza etmeyecektir.”
Kâinatta birlik esastır, bu da ancak hassas bir denge içinde mânâlı ve uyumlu bir birliktelikle mümkündür. Bir şey ne kadar büyük olursa olsun, daha büyük bir bütünün parçasıdır. Bir varlığın var oluşunun esas gayesi kendine yönelik olan hususlar değil, parçası olduğu bütüne yönelik hususlardır. Hattâ varlıklar yokluk âleminden varlık âlemine gelmelerini, parçaları olduğu bütünün varlığına borçludurlar. Gödel Teoremi’nin de ifade ettiği gibi, bir şeyin bu iç içe olan varlık daireleri silsilesindeki değişik rol ve konumları ve diğer şeylerle münasebetleri bilinmeden, o şeyin hakkını tam ve doğru olarak bilmek ve dolayısıyla adaleti gözetmek mümkün değildir. Ve ‘O şeye adalet edelim.’ derken, onun parçası olduğu bütüne ve o bütünün diğer parçalarına büyük bir adaletsizlik etmek ve birçok yüksek gayeleri iptal edip çirkinlik sergilemek mümkündür. Meselâ bir arabayı ele alalım. İrili ufaklı yüzlerce parçadan oluşan arabanın varlığının tek bir sebebi vardır, o da araba sahibinin rahat, hızlı ve güvenli bir şekilde bir yerden bir yere gitmesini sağlamaktır. Zaten hayatında ilk defa bir araba gören kimse sadece arabayı inceleyerek, onun koltuklarına, tekerleklerine, direksiyonuna vs. dikkat ederek anlar ki, bu arabanın yapılış gayesi insanlara araç olmaktır. Eğer insanların yolculuk için araçlara ihtiyaçları olmasaydı, araba da olmayacaktı. Arabanın bu yapılış gayesine uygun olarak kullanılması tam bir adalet ve güzelliktir. Hiçbir vicdan sahibi bundan rahatsız olmaz ve arabaya acımaz. Yine hiçbir akıl sahibi de; “İnsanın hep arabaya binmesi arabaya haksızlıktır; ara sıra araba da insana binmelidir ki adalet olsun!” demez. Arabaya binmeye kıyamayıp onu kendi hâline paslanmaya bırakmak ise bir adaletsizliktir, israftır ve çirkinliktir. Eğer arabanın da insan gibi aklı ve şuuru olsaydı ve mahkemeye gidip, “Bana hep biniliyor, keyfi muameleye tâbi tutuluyorum, bazen çamurlu yollarda sürülüp kirletiliyorum.” gibi şikâyetlerle hak dava etseydi, her hâlde âdil bir mahkemeden red cevabı alacaktı. Ancak, “Bana aşırı yük taşıtılıyor, tekme atılıyor, bakım ve temizliğim yapılmıyor.” gibi şikâyetlerle mahkemeye gitseydi, herhalde haklı bulunacak ve zulme uğradığına hükmedilecekti. Hattâ sahibi tarafından hizmetten alınıp, işe yarayan parçaları söküldükten sonra hurdaya ayrılan bir araba bile şikâyet edemez, belki yeni bir araba olarak geri gelecek olmanın şevk ve heyecanıyla geridönüşüm fırınlarına seve seve gider.
Eşitlik zulüm mü, adalet mi?
Adaletin eşitlik olmadığına bir misâl ise, yetişkin bir ineğin bir koyundan kat kat büyük ve gıda ihtiyacının da vücudunun büyüklüğüyle orantılı olmasıdır. Bu yüzden, eşitlik olsun diye inek ile koyuna aynı miktarda ot vermek adalet değil, zulümdür. Varlıkların mahiyetlerini dikkate almayan bu yaklaşımla inek aç kalacak, koyun da fazla otu israf edecektir ki, ikisi de akıl ve vicdanları rahatsız eden bir çirkinliktir. Hele ayrımcılık olmasın diye köpeklere de yemeleri için ot vermek, komiklik derecesinde fıtrattan habersizliktir ve bunu adalet adına yapmak, adalete adaletsizlik etmektir. Keza inekten koyunlara bekçilik yapmasını beklemek imkânsızı istemektir. Ancak pratik hayatta, farkında olmadan bu tür zulümler çok yapılmaktadır.
İnsanlar bedenen birbirlerine çok benzeseler de, fıtrat, meyil ve kabiliyetçe iki insan arasındaki fark, bir koyunla köpek arasındaki farktan hiç de az değildir. Fıtrat, meyil ve kabiliyetçe birbirlerinden bu kadar farklı olan insanlara eşit muamelesi yapmak aslında en büyük eşitsizlik ve adaletsizliktir. Benzer durum arabanın parçaları için de söylenebilir. Arabanın her parçası icra edeceği görevler ve çalışma şartları göz önüne alınarak bilgi ile ince hesaplarla ve hassas ölçülerle tasarlanmış ve îmâl edilmiştir. Meselâ tekerlek, arabanın bütün ağırlığını kaldıracak güçte, yolu kavrayıp kaymayı önleyecek kabiliyette ve yol tümsekliklerinin sebep olduğu titreşimleri emecek esneklikte yapılmıştır. Tekerleğin aynen tasarlandığı gibi iş görmesi, hem tekerlek için hem de onun yapımcısı için bir memnuniyet hattâ bir zevktir. Zor şartlarda görev yapan ve daimî şekilde kötü muameleye maruz kalan bir tekerlek mahiyetini ve varlık sebebini görmezden gelerek araba içinde zerafetle arz-ı endam eden direksiyona bakıp şikâyet edemez ve eşit muamele talep edemez. ‘Eşitlik’ olsun diye tekerlekle direksiyonun yerini değiştirmek cahillik, israf, zulüm ve adaletsizliktir; arabanın ve parçalarının var oluş sebebinden, fonksiyonlarından ve buna uygun olarak takdir edilen yapılarından habersizliktir. Öndeki tekerleklerle arkadakilerin aşınma hızı farklıdır ve ön tekerleklerin belli bir süre sonra arka tekerleklerle yer değiştirme isteği adalete ve hikmete tam uygundur. O yüzden Alman filozofu Friedrich Nietzche eşit olmayanlar için eşitliği, adalet değil zulüm olarak görür: “Eşitlik doktrini! Bundan daha zehirli bir zehir yoktur; çünkü o adaletin sonu iken adaletin kendisi tarafından konulmuş görünümü veriyor. ‘Eşitler için eşitlik, eşit olmayanlar için eşitsizlik!’ Adaletin gerçek sesi bu olması gerekir ve bunu takip eden, ‘Eşit olmayanı asla eşit yapma’.”
Adaleti ‘mutlak eşitlik’ olarak algılama hastalığından kurtulamamanın zararlarını insanlık çok çekmiştir ve hâlâ da çekmektedir. Şu iyi bilinmelidir ki âlemde mutlak eşitlik olsaydı, âlem homojen bir toz bulutundan ibaret olurdu. Hattâ insan seviyesinde dahi, kemikteki bir hücre gözdeki bir hücreyle, böbrekteki bir hücre kalbdeki bir hücreyle eşitlik talep edip itiraz etse, bu itirazları dindirecek tek yol insanı bir kıyma makinesinden geçirip ortaya yığmaktır; insanı ve hücrelerini yok etmektir. Benzer şekilde, yediğimiz gıdaları yapılarına ve görecekleri hizmete en uygun yere yönlendirmek yerine eşitlik olsun diye değişik organlara ve hücrelere kura ile dağıtmak adalet değil, mezarlıkta kendine bir yer ayırtmaktır. Hâl böyle iken güya ayrımcılık yapma haksızlığından sakınmak için, yapılacak görevle alâkası olmayan imtihanlardan alınan puana göre insanları görevlere tayin etmek ve tayinleri de eleman açığı bulunan kurumun fikri alınmadan kura usulüyle yapmak acaba hangi mantığa hizmettir? Bu, çok daha büyük bir haksızlık değil midir? Bu tür yaklaşımların tabiî neticesi adaletsizliğin emareleri olan verimsizlik, israf, ve genel memnuniyetsizliktir. Fıtratı göz ardı edip mutlak adaleti sağlama iddiasıyla ortaya çıkan baskıcı rejimlerin ve fıtrata zıt tek tipçi uygulamaların neticesi, verimlilik değil israf, güzellik değil çirkinlik, akıl ve vicdanlara uygunluk değil zıtlık, huzur değil huzursuzluk ve en nihayet çöküş olmuştur. Bu farklılıkları gözeten demokratik rejimlerdeki hürriyetçi yaklaşımlar ise, fıtrata uygun hareketlerin önünü açıp meyvelerini bol bol toplamıştır.
Nasıl kâinattaki kanunlar, cihanşümul küllî bir iradeyi yansıtıyorsa, aynen öyle de, demokrasinin doğru işlediği ülkelerde kanunlar o ülkede yaşayan insanların ortak iradesini temsil eder. O yüzden akıllar gelişip adalet anlayışı derinleştikçe de kanunların değişmesi tabiî bir süreçtir.
Dünyanın problemli yerlerinde kalıcı huzur ve barışın tesis edilmesi için yapılması gereken şey, öncelikle insanın mahiyetinin ve adaletin ne olduğunun bilinmesi ve temellerin bu bilgiler üzerine atılmasıdır. Tek başına ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan ve bu yüzden toplu yaşamaya mecbur olan insan ‘ben’ merkezlidir ve dolayısıyla bencilliğe meyillidir. Bediüzzaman’ın (ra) ifadesiyle: “İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder.” Yani insanda kusurlarını görmeme, menfaatini gözetme ve haksız bile olsa kendini haklı çıkarma meyli vardır. Hayvanlardan farklı olarak insanların his, hırs ve heveslerine sınır konmamıştır ve o yüzden münasebetlerde ve mal ve hizmet değişiminde zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu zulümlerin önlenmesi için adalete ihtiyaç vardır. Ancak hırs ve menfaat gibi hislerin baskısı altında olan ve çok defa nefsin avukatlığını yapan ferdî akıl adaleti idrakte zorlanacağından ortak bir akla ihtiyaç vardır. İstişareden doğan böyle ortak bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Avusturyalı filozof ve yazar Elias Canetti’nin dediği gibi: “Adalet, paylaşma ihtiyacını görmekle başlar. En eski kanun bunu düzenleyendir ve bu, bugün de hâlâ en önemli kanundur.” Ancak kanun adalet demek değildir ve İngiliz romancı William McIlvanney bir inceliğe dikkat çeker: “Kanun, adalete sahip olamayacağımız durumda, sahip olduğumuz şeydir.”
Yerküreye ve hattâ kâinata bakıldında her şeyin ince bir ölçü, hassas bir denge ve tam bir yerli yerindelikle yapılmış olduğu görülür. O kadar ki, atomdaki parçacık âleminden galaksi sistemlerine kadar akıl nereye bakarsa baksın, bir kusur bulamaz ve saat gibi işleyen bu mükemmel düzen karşısında ancak hayranlığını ifade eder. Başta bütün canlıların mânâlı ve ölçülü bir bütünlük oluşturduğunu ifade eden ekoloji olmak üzere fen bilimleri ve televizyonlarda yayımlanan belgeseller bu mükemmel düzenin, hassas dengenin, ve eşsiz güzelliğin birer şahididir. Bütün varlıklar en uygun şekilde, en doğru miktarda ve belli gayelerle yaratılmıştır. Bu da kâinatta her şeyin tam bir adaletle yapılmış olduğunu gösterir. Zîrâ adaletsizlik olsaydı, varlıklarda abesiyet, israf ve çirkinlik olurdu. Teknoloji harikalarıyla beraber her türlü israf ve çirkinliğin insanların yaşadığı yerlerde olduğuna bakılarak denilebilir ki, insanlar dünyadaki en cahil ve zalim varlıklardır. Güzellik ve mükemmelliğe tapma derecesinde düşkün, mahiyeti heyecanlı ve fıtratında ilerleme meyli olan insana yakışan şey kendini tanıması ve fıtratına en uygun şekilde hareket ederek hem kendine hem de diğer varlıklara adalet etmesidir. Geniş çapta adalet tesis edilince de, hayat bir haz ve huzur kaynağı olacak ve belgesel programları insan eli değmemiş yerlerdeki güzelliklerle beraber insanlık âlemindeki güzellikleri de göstermeye başlayacaktır.
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.