Psikanaliz ve Dinamik Psikoterapi

Psikanaliz ve Dinamik Psikoterapi
Psikanaliz
Sigmund Freud tarafından 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilen ve geliştirilen psikanaliz, bir tedavi ve araştırma yöntemi olarak günümüz psikoloji ve psikiyatri dallarında olduğu kadar, sosyal birimlerde de büyük çığır açmış bir kuramdır.
Herşeyden önce, psikanaliz ruhsal bir tedavi yöntemidir. Psikanalistlerin başlangıçta olduğu gibi bugünde büyük çoğunluğu hekimdir. Psikanalist hastasını anlamsız ve gereksiz takıntı ve saplantılardan, korku ve kaygılardan olduğu kadar ,kişiliğinin gerçekleşmesini engelleyen iç ruhsal çatışmalardan ve çevresi ile gelişmiş bir uyum içinde yaşamasını güçleştiren ilişki sorunlarından kurtarmaya çalışır. Sadece rahatlamasını değil kişiliğinin düzelmesini ve gelişmesini de amaçlar. Bununla birlikte psikanalist bir bakıma sadece bir kılavuz ve gözlemcidir. Bir bakıma da sonuçta, varılan noktadan, elde edilen değişmeden sorumlu olan, hasta ya da başka bir deyişle “analiz olan” ın bizzat kendisidir.
Psikanalizin bir diğer anlamı, kişiliğin, bilimsel bir gözlem ve inceleme yöntemidir; özellikle istekler, güdüler, dürtüler, düşler, hayaller gibi kişiliğimizin dinamik yönlerini tanıma açısından güvenilir bir araştırma tekniğidir. Kişilik gelişmesinin, erken çocukluk dönemlerine ait saplantılar ve kompleksleri, duygusal çarpıklıkları tanıma ve inceleme açısından psikanaliz, araştırmacılara büyük olanaklar sunmaktadır.
Ayrıca psikanaliz, bilimsel bir psikoloji kuramıdır. Bu, elde edilen bilgilerin, insan davranışını, evlilik ve akrabalık gibi insan ilişkilerinin sonuçlarını önceden kestirme olanağını vereceği anlamına gelir. Kişilik gelişimi ile ilgili yeterli bilgileri toplayan ve gerekli gözlemleri yapabilen bir psikanalist, o kişinin gelecekte belirli koşullar altında ne tür tepkiler gösterebileceğini önceden söyleyebilir. Bu nokta pozitif bilimlerin sağladığı bir özellik hatta bir üstünlük olarak sayılabilir.
Biz bu yazı çerçevesinde psikanalitik kuramın tarihi gelişimi ve temel ilkeleri üzerinde durmaktan çok, bir psikoterapi ekolü olarak özelliklerinden söz edeceğiz. Ancak Freud hakkında kısa bir hatırlatmayı da gerekli bulmaktayız.
Freud ile ilgili magazin yazılarında ondan, sanki cinselliği kişisel olarak keşfetmiş gibi söz edilerek, adı ikinci sınıf yazarların kaleminde “cinsel” sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılır. Oysa cinsel içerikli düşüncelerin ve fantazilerin “Freud”cu olmadığı, sadece bunları düşünen ve düşleyen kişiye ait olduğu açıktır. “Freud’culuk” çocukların cinsel duyumsamalarının, dürtülerinin ve ihtiyaçlarının belirli koşullarda erişkinlerin nevrozlarına ne tür mekanizmalarla neden olabildiğini gösteren bir kuramdır. Birçok yazarın işaret ettiği gibi, bilimsel buluşlar içinde bir devrim olarak kabul edilen, Freud’un, yüzeyde ne denli cinsellikle ilişkili değilmiş gibi görünseler de temelde hemen tüm düşlerin cinsel içerikli olduğu savıdır. Ünlü psikanalist Dr. Eric Berne’ün belirttiği gibi, Freud 1900 yılından önce bunu ilan ettiği zaman şiddetli bir karşı çıkma ve alayla karşılandı ama bu sonuca yalnızca psikolojik içgörü ve sezgiyle ulaşmasına karşın direnmesini sürdürebildi. Freud’un psikolojideki buluşları, Darwin’in biyolojideki buluşlarıyla aynı ayarda sayılabilir. Tüm dünyadaki insanların düşünce ve görüş açılarını değiştirmede belki de Darwin ve Einstein’dan daha fazla katkıda bulunan bilim adamı Freud’dur denilebilir. Freud’un düşüncelerini izleyen ve onları özenle, yöntemsel olarak ve içtenlikle uygulayan terapist ve bilim adamlarının nitelikleri, Freud’cu düşünce için bir tür başarı belgesi olarak değerlendirilmektedir. Freud’un buluşları, insanı anlama ve ruhsal yaşamı kavrama açısından üstün niteliklere sahip, aydın ve sanatçılara da çok çekici gelmektedir.
Psikanalitik kuramın hem anormal zihinsel süreçlerle, hem de normal ruhsal etkinlikler ve yaşantılarla ilgilendiğini belirtmeliyiz. Daha açık bir deyişle psikanaliz sadece ruhsal bozukluklar, özellikle de nevrozların oluşumunu açıklayan bir kuram olmaktan epeyce uzak bir sistemdir. Psikanaliz her ne kadar ruh hastaları üzerinde yapılan gözlem ve araştırmalardan hareketle formüle edilmiş ise de normal ruhsal – zihinsel olguları da açıklamaya çalışan bir yaklaşımdır.
Her bilim dalında olduğu gibi psikanalitik kuram içinde de çeşitli varsayımlar birbirleri ile karşılıklı olarak bağıntılıdır. Bunların kimisi diğerlerinden daha iyi temellendirilmiş ve zamanla çeşitli bilimsel bulgularla o kadar çok doğrulanmışlardır ki artık bunları ruhsal yapının, zihnin belirlenmiş, değişmez yasaları olarak görmek mümkündür. Özellikle iki varsayım vardır ki bu nitelikleri korumaktadır.
Birincisi, her ruhsal olayın ondan önceki ruhsal olaylarla belirlendiği varsayımıdır. Ruhsal determinizm olarak bilinen bu ilke, diğer bilim dallarında, özellikle doğal olgular dünyasında da geçerlidir. Ruhsal yaşamımızla ilgili olguların, önceki olgularla ilişkisi yokmuş ve rasgele oluşmaktaymışlar gibi yansıması sadece görünüştedir. Gerçekte ise, fiziksel olaylar gibi ruhsal olaylarda neden – sonuç ilişkisi ile birbirine bağlıdırlar. Özetle söylemek gerekirse, ruhsal yaşamda belirli bir süreklilik vardır. Bu ilkeye dayanarak diyebiliriz ki, hiçbir ruhsal olay anlamsız ve rasgele oluşmamaktadır. Buna anormal ruhsal yaşantılar da dahildir. Bir örnek olarak, günlük yaşamda başımıza gelen unutma olayları verilebilir. Basit bir dalgınlık ya da belirli bir nedeni ve anlamı olmayan bir “unutma” olarak değerlendirdiğimiz bu olaya, Freud, başka bir gözle bakmasını bilmiş ve insan için evrensel bir gerçek olan bilinçdışı ’ nın varlığını buna dayanarak kanıtlamıştır.
İkinci varsayım da birincisi ile çok yakından ilişkilidir. Buna göre davranışlarımız ve ruhsal etkinliklerimiz içinde bilinçli olanlar, bilinçdışı olanlarla karşılaştırıldığında çok küçük bir bölüm oluştururlar. Başka bir deyişle, bilinçlilik tüm ruhsal olgular içinde neredeyse ender görülen etkinlikler olarak sayılmalıdır. Kişinin belirli bir anda farkında olmadığı ancak bilinçli ve iradi davranışlarımızı da etkileyen, belirleyen ruhsal süreçlerin büyük bölümü bilinçli değildirler. Bu tür ruhsal olguları Freud ilk kez bilinçdışı sıfatını vererek tanımlamıştır.
Kesinlikle diyebiliriz ki, zihnimizde peşpeşe akıp giden olayların pek çoğunun bilinçdışı olmaları, yani tarafımızdan sezilip, bilinememeleri ve tanımlanamamaları zihinsel yaşamımızdaki görünür süreksizliğin nedenidir. Herhangi bir düşünce, duygu, düş ya da hastalık belirtisi, zihinde önceden olup bitenlerle bir neden – sonuç bağlantısı yok gibi görünüyorsa, bu, söz konusu bağlantının bilinçten çok bilinçdışı süreçlerle ilişkili olmasındandır. Eğer bilinçdışı neden ya da nedenler ortaya çıkarılabilirse, görünüşteki süreksizlik yok olur ve nedensellik bağlantısını oluşturan yaşantı ve olay akışı açıklığa kavuşur.
Freud’un psikanaliz kuramını geliştirmesinden önce, bilinçdışı ruhsal olayları gözlemek, ortaya çıkarmak için dolaysız bir yöntem ya da teknik bilim dünyasında mevcut değildir.
Freud “kendi yaşam öyküsünden öğrendiğimize göre” bilinçdışının varlığını şöyle kavrar: 1895 yılında, meslektaşı Breuer ile histerik bir kadın hastaya hipnotizma yapar ve hipnotik trans anında verilen komuta uyan hastanın, uyandığında histerik felçlerin kaybolduğunu gözler. Ancak, hastanın hipnoz sırasında verilen komutu hatırlamadığını da farkeder. Tekrar hipnoz yapmadan hastayı bilinçli bir durumdayken sıkıştıran araştırıcı, sürekli ve ısrarlı bir hatırlatma deneyiminden sonra hastanın unutmuş olduğu komutu hatırladığını görür. Freud bu temele dayanarak, histerideki unutmaların da benzer bir biçimde kaldırılabileceğinden hareket ederek psikanalizin özü sayılabilecek serbest çağrışım tekniğini bulur.
Serbest çağrışım, deneğin aklına gelen her düşünceyi, herhangi bir sansür ya da bilinçli bir kontrol uygulamaksızın analizi yapan kişiye (analiste) anlatmayı kabullenmesi ve bunu yapmasıdır. Bu, bilinçdışının varlığını anlama ve kanıtlamanın da öncü adımı olmuştur.
Psikanalizi dahice bir buluşla geliştiren Freud, bu yolla psikiyatrinin kuramsal ve tedavi alanında devrim demek olan bulgularını sergileme olanağı bulmuştur. Aklına (zihnine) gelen her şeyi hiçbir sansür uygulamadan dışa aktarabilme becerisi; bunu yapanın, farkına varmadığı ama ruhsal yapısının temel gerçeği bir başka dünya hakkında dolaysız bilgiler elde etmesini sağlamaktadır. Histeri üzerine yaptığı bu çalışmalardan yola çıkan Freud, bununla yetinmeyerek birçok normal ve anormal davranış ve düşüncelere yol açan bilinçdışı süreçlerin işleyiş biçimlerini de formüle etmiştir.
Freud, bilinçdışı olayları incelemeye başladıktan az sonra bunların iki türlü olabileceklerini keşfetmiştir. Birincilerin kapsamına, biraz çaba ve dikkat harcama bilince getirilebilen düşünce, anı ve duygular giriyordu. Bilinçlenmeye hazır bu ruhsal içeriğe bilinç öncesi adını vermiştir. Ancak bilinç dışı olayların en ilgi çekici olanları belirli bir teknikle (serbest çağrışım ve bunun gibi başka yollarla ) ve büyük bir çaba ile bilinçli kullanılabilen unsurlardır. Bunlar bilinç tarafından büyük bir güçle reddedilen, itilen ve bu nedenle bilinçli olabilmeleri için önceden bu itici gücün yenilmesi gereken ruhsal süreçlerdir. Freud bu ikinci türden ruhsal yaşantı ve olayların niteliğini belirlemek üzere bilinçdışı terimini kullanmıştır. Bilinçdışı olmalarına rağmen, bilinçli ve iradi davranışlarımızı etkilemeye devam eden bu ruhsal içeriğin, ister normal kabul edilsin, ister anormal sayılsın tüm insan davranışlarını belirlediğini göstermeyi başarması, psikanalizin ve Freud’un en büyük başarısı olmuştur.
Psikanalizin ortaya çıkardığı bulgular, kısa sürede zamanın psikiyatri ekollerini de etkilemiş, zamanla bunun etkisi tıbbın diğer dallarında da görülmeye başlamıştır.
Freud, yukarıda kısaca anlatıldığı gibi, ruhsal hastaların tedavisine önce hipnoz ile başlamış ama hipnozla elde edilen düzelmenin kalıcı ve uzun süreli olmamasından dolayı kısa zamanda bu tekniği terketmiştir. Hipnoz ile sağlanan değişiklikler, kişiliğin derin katlarında herhangi bir iz bırakmadığı için, düzelmeler de gelip geçici olmaktadır.
Birçok denemeden sonra serbest çağrışım tekniğini geliştiren Freud, hastayı psikanaliz sediri denen bir yatağa yatırıp, kendisi de hastanın göremeyeceği bir biçimde başının arka tarafında durarak klasik, ortodoks psikanaliz tekniğini geliştirmiştir. Bu yolla kendi zihinsel ürünlerine mantıksal olsun ya da olmasın, ahlaklı olsun ya da olmasın hiçbir sansür uygulamayan hasta, analistin tepkilerini de göremeyeceği için rahatlamakta, gevşemekte ve bilinçdışı materyalini ortaya dökmektedir. Ortam o şekilde düzenlenmiştir ki, hastaya günlük yaşantısını anımsatabilecek tüm uyaranlardan kaçınmak mümkün olmaktadır. Bu da bilinçdışı eğilimler, anılar ve çatışmaların kolayca bilince çıkmasını sağlayan bir başka faktördür.
Daha önce bilinçdışında bulunan ruhsal yaşantılar, psikanalistin iyi seçilmiş ve iyi zamanlanmış yorumları ile zamanla hastanın benliğinin (egosunun) bir parçası olmaya ve onun tarafından tanınıp kabul edilmeye başlanır. Daha olgun bir duruma gelmiş olan ve benlik tarafından çok daha elverişli bir biçimde çözümlenebilir ve yönlendirilebilirler. Başka bir deyişle, psikanalizin tedavideki amacı, daha önce bilinçdışı, çocuksu ve çatışmalı nitelikte olan ürünleri bilince getirmek ve hastayı daha uyumlu ve olgun bir birey yaparak, çevresi ile bütünleşmesini ve kendisi ile barışmasını sağlamaktır.
Aktarım olgusu (transferans fenomeni), psikanalitik tedavilerde çok önemli olan bir başka buluştur. Bu, hastanın çocukluğunda kendisi için önemli olmuş kişilere, özellikle anababaya karşı beslediği duyguların analiste aktarılması olgusudur. Örneğin sert, sadistik ve isteyici babanın olduğu bir aileden gelen insanda, genellikle bu tür tedaviye karşı, erken çocukluk yaşantılarından dolayı bir başkaldırma vardır. Bu tür hasta hiçbir zaman çalıştığı yerde amirleri ile iyi geçinemez ya da herhangi bir otorite sembolü ile iyi ilişkiler kuramaz bir durumdadır. Böylece analitik tedavi sırasında da hemen analistine karşı isyankar bir duruma girer, kendine göre tedavideki yanlışları bulur,analistini kendisine karşı kaba, hatta kindar olmakla suçlayabilir. Böylece, zamanında babasına karşı duyduğu düşmanca duyguları analistine aktarır ve analistini de aynı şekilde zalim ve acımasız bulabilir. İşte, psikanalitik tedavilerde analist, tüm bu olumsuz tutumlara hiç aldırmadan hastası ile hoşgörülü, sıcak ve anlayışlı bir ilişkiye girmeyi dener. Sonunda hasta, duygularındaki ve davranışlarındaki gerçeğe uymayan tarafları görmeye başlar ve kendi kişiliklerinden kaynaklanan olumsuzlukları da değiştirmeye başlar. Daha önceleri ise bu kişi otoriteyi temsil eden kişilere karşı düşmanca davrandığı zaman onlarda ona aynı şekilde davrandığı için, hastada var olan “otoritenin acımasızlığı” önyargısı her defa doğrulanmış olmaktadır. Bunun sonucunda hasta hiçbir zaman nevrotik tutulumunun farkına varma fırsatını da bulamamaktadır. Ama tedavide hastanın davranış örneğini geriye doğru izleyerek görmek ve böylece daha olgun çözüm yolları geliştirmek olanağı vardır.
Psikanalitik tedaviyi yürütmek sadece teknik ve kuramsal bilgi sahibi olmayı gerektirmekle kalmaz, aynı zamanda kendi kişiliğini iyi anlamış olmayı da gerektirir. Tedavi süresinde terapist tarafından tedavi ilişkisine katılan kendi kişiliğine ait olgunlaşmamış ve nevrotik öğeler, hastanın kendi tepkilerinin gerçeğe uygunsuzluğunu görmesini önler. Bu nedenle bütün psikanalist adaylarının bizzat kendilerinin de psikanalizden geçmeleri zorunludur. Bununla birlikte psikanaliz yönteminin birçok sakıncası da vardır. Bunlardan başlıcası zaman sorunudur. Bir hastanın tedavisi en az dokuz ay sürmektedir. Haftada en az beş gün, birer saatlik seanslar yapılması gerekmektedir. Çoğu kez iki ya da üç yıl sürdüğü de olmaktadır. Ayrıca bütün hastalara psikanaliz uygulayacak kadar yetişmiş psikanalist de yoktur. Amerika’da bile 1970’li yıllarda 1000 kadar psikanalist bulunuyordu.
Bunlar da sınırlı sayıdaki seçilmiş hastalar ile uğraşmaktadırlar. Zaman ve buna bağlı olarak tedavi edilen hasta sayısının az olması ise bu tedavi yönteminin ücretinin pek çok hastanın karşılayamayacağı kadar yüksek olmasını gerektirmektedir.
Freud tarafından geliştirilen bu yöntem, daha çok nevrotik hastaların tedavisinde kullanılmakta ve birçok diğer duygusal – ruhsal bozukluklarda işe yaramamaktadır. Örneğin, psikanalitik bilgilerin gelişmesinde çok büyük yaraları olmuş olan psikotiklerin, kendileri böyle bir tedaviden yararlanmazlar. Son yıllarda teknikte yapılan bazı değişikliklerle psikanalitik yöntem bu tür hastalarda kullanılsa da bunlar henüz deneme aşamasındadır.
Kişilik bozukluğu gösteren hastalar da, psikanalizden pek yararlanmazlar. Örneğin, alkolik bir hasta anksiyetesini yatıştırmak için analiz saatini bekleyeceğine bunu alkol alarak yatıştırmayı yeğleyebilir.
Bir analizin devam edebilmesi önceden var olan iyileşme arzusunun gücüne ve yöntemde işbirliği yapabilme yeteneğine bağlıdır. Ayrıca bu tedavi, hastadan, dışarıdaki davranışını mantıksal bir biçimde denetleyebilme yeteneğini de beklemektedir. Hiç değilse bu denetim, hastanın başına, tedaviyi engelleyecek bir şeyler getirmesini önleyebilmelidir. Kişilik bozukluğu olan hastaların bunu uygulayabilmeleri oldukça zordur. Bu sakıncalar göz önünde tutulursa neden psikanalizin ancak seçilmiş az sayıdaki hastaya (gerekli para ve enerjiyi verebilecek, zihinsel ve duygusal bakımdan gelişmiş, yetenekli) uygulanabileceği anlaşılmış olur. Ayrıca, çeşitli bilim dallarında ve sanatın birçok alanında gelişmiş bir araştırma yöntemi olarak kullanılması başarıyla yürütülmektedir. Ruh hastalıklarının tedavisinde sınırlı olanaklar sunmasına rağmen, bugün de nevrozların kalıcı ve yapısal düzeydeki tedavilerinde psikanaliz etkili ve yararlı bir seçenek olarak önemini korumaktadır
Psikanalitik Psikoterapilier
Psikanalitik psikoterapiler, adından da anlaşılacağı gibi psikanaliz esaslarına dayanan, ama psikanalizden daha çok sayıda hastayı, daha kısa zaman ve daha az görüşmeler (seanslar) içinde ele alarak tedavi etmeyi deneyen tedaviler olarak bilinmektedir. Önceleri ortadoks psikanalist olarak tanınan bazı araştırıcılar, bu amaçla değişik teknikleri kendi uygulamalarında denemiş ve bu alanda önemli adımlar atmışlardır. Bu tür tedavilerin amacı birçok bakımdan psikanalitik tedavinin aynısıdır. Ortak nokta, bilinçdışını bilinçli hale getirerek hastanın daha uygun bir uyum düzeyinde yaşama yolu bulmasında yol gösterici olmaktır. Bugün kullanılan bir dizi değişik psikoterapinin büyük bölümü psikanalizden doğrudan doğruya etkilenmiş yaklaşımlardır.
Psikanalitik psikoterapilerden elde edilen sonuçlar ortadoks psikanalizden elde edilenden büyük ölçüde farklı değildir. Bazı nedenlerle psikanalitik tedaviye olanak bulamayan hastaların çoğunluğu değişikliğe uğratılmış ve psikanaliz uygulaması olan analitik psikoterapilerden yarar sağlamaktadırlar. Hastaların büyük çoğunluğu iki ana gruba ayrılabilir. Birincisi, nevrotik bozukluklar, ikincisi de kişilik bozukluklarıdır. Bu tür hastalarda tedavinin etkili olması bazı koşullara bağlıdır. Psikanalitik bilgilere sahip, yetenekli ve becerikli bir terapist, hastaya yardımcı olmada önkoşuldur. İkinci koşul, ruhsal bozukluğun şiddeti ve ağırlığıdır. Başka bir koşul da ruhsal bozukluğun türüdür. Kişilik bozukluğu olan hastalarda olduğu gibi hastalık belirtileri kendisinden çok çevresindekileri rahatsız eden bir hasta, tedavi için istekli olmaz. Akıldan çıkarılmaması gereken bir başka etmen de, hastalığa bağlı olan ikincil kazançların önem ve derecesidir. Eğer hasta çektiği güçlükler ve sıkıntılar dolayısıyla eskiden olduğundan daha çok sevgi, ilgi ve destek görüyorsa daha normal ve olgun bir yaşam tarzına dönme isteği büyük ölçüde azalacak demektir. Böyle bir örselenme; (travmatik nevroz) olayından sonra, olabildiği kadar uzun süre, ikincil kazançlarını sürdürmek için hastanın kendisini yetersiz kılan hastalık belirtilerini bırakamaz ve kazadan önceki olgun ve yeterli uyum biçimine geri dönemez. Birçok durumda etkili bir tedaviden önce, bu ikincil kazanç etkenleri ile uğraşmak gerekir.
Terapist kendi kişiliğinin ince noktalarını ve temel özelliklerini ne kadar iyi tanıyor ve anlıyorsa, kendi karşıt aktarımını tedavi ilişkisine o kadar az yansıtır. Örneğin, içinde, derinlerde temel güvensizlik duyguları olan bir terapist, kendi içsel güvensizliğinin bir sonucu olarak hasta ile iyi bir ilişki kurmak için gerekmeyen yerlerde bile çok yakın ve dostça davranabilir. Buna karşılık tedaviden pek yaralanmadığına ilişkin hastadan gelen uyarılara ve imalara, gerçeğe uymayan bir biçimde öfkeli ve saldırganca tepki gösterebilir. Terapist başka bir durumda kendisini tedavi ilişkisinin merkezine koyup, hastanın aşırı bağlılık ve bağımlılık duygularını cesaretlendirip destekleyebilir.
Kendi yaşamında bazı noktalarda belirgin anksiyete atakları geçiren bir terapist, hastanın bu alanlardaki sorunlarını görmeyebilir. Ya da kendi anksiyetesinden dolayı hastanın anksiyetesini uygun bir şekilde ele alıp tartışamaz. Genel olarak söylemek gerekirse, psikoterapinin amacı transferansı geliştirmek ve aşırılaştırmak olmayıp hastanın bunu görüp tanımasına ve yaşamının diğer yönlerinde oynadığı rolü kavramasına yardımcı olmaktır. Terapist kendi karşı-aktarım duygularının farkına varmadan bunları tedavi ilişkisine yansıttığı zaman artık tedavi ilişkisi de ortadan kalkmış demektir.
Psikanalizde ve psikanalitik psikoterapide sık rastlanan terimlerden birisi de “transferans nevrozu” dur. Bu terim hastanın başlıca çatışmalarını terapist ile ilişkisine aktarması ve bu nedenle tedaviye başvurmasına neden olan rahatsızlık belirtilerinin beklenmedik bir biçimde hızla kaybolması durumunu anlatmak için kullanılır. İlk birkaç görüşmeden sonra hastanın bozuk uyumu neredeyse mucizevi bir şekilde düzelir. Bununla beraber terapist ile ilişkisi, tedavi öncesinde başkaları ile olan ilişkileri gibi bozuk bir biçimde devam eder. Kuramsal olarak psikanalitik psikoterapi tedavi sürecinde bu transferans nevrozunun çözümü etrafında dolanır. Bu durumda hasta, terapisti, çocukluğundan beri anababasını kullandığı biçimde “kullanmaktadır” denilebilir. Bununla birlikte bilgisi ve anlayışı ile psikoterapist çok daha uyumlu ve gerçekçi bir ebeveyn olarak işe yaramakta ve hastanın büyüme döneminde yenmeye zorunlu olduğu çatışmaları, aşması gereken güçlükleri şimdi çözmesinde işe yaramaktadır. Hastalık belirtilerindeki bu beklenmedik ve ani düzelmeyi fark eden terapistin, bu durumda bir transferans nevrozunun söz konusu olabileceğini aklında tutması gerekir.
Analitik psikoterapilerin ve psikanalizin ortaklaşa kullandıkları başka bir kavram da “direnç” tir. (rezistans) Bu, hastanın sorunlarının kaynağını doğru ve hızlı bir biçimde anlamasına içeriden karşı koyan bilinçdışı güçleri tanımlamak için kullanılan özgül bir terimdir. Özgür iradesi ve seçimi ile psikoterapiye gelen hastada tedavinin başlaması ile birlikte söz konusu bu dirençler de kendisini göstermeye başlar. Örneğin, hasta, zamanının büyük çoğunluğunu terapistin her sözüne inatçı bir şekilde itiraz ya da her yorumunu kendi iç dünyasına hiç göz atmadan durmadan tartışmakla geçirebilir. “Terapistin söyledikleri benim iç dünyamın gerçeklerine ne ölçüde denk düşüyor.” diye düşünmek yerine, terapistle amansız bir rekabete girmek hasta için sanki çok daha önemliymiş gibi görünür. Sanki terapistin karşısında bir şey yapması istendiğinde durmadan karşı koymaya çalışan 4-5 yaşlarında bir çocuk varmış gibidir. Direnç türlü biçimlerde görülebilir. Görüşme saatine gecikme, görüşme randevusunu unutma, psikanaliz divanında çağrışım yapmama, önemli ve anlamlı olayları unutma, rüyaları hatırlayamama, daha önceki görüşmelerde tartışılmış önemli konuları unutma, kendiliğinden ve içtenlikli davranmama, duygularını açıklayamama vb. Genel olarak hastalar yaşadıkları direncin farkında değildirler. Farkına vardıklarında ise bunlara engel olmaları beklenir. Direnç niteliğindeki tutum ve davranışların gerçek anlamları uygun bir zamanda kendilerine yorumlanmalıdır. Bu konu, tüm anlamıyla kavranana dek bu yorumlar tekrarlanmalıdır.
Rüyalar, tıpkı psikanalizde olduğu gibi psikanalitik psikoterapide de önemli bir tedavi materyalidir. Freud rüyaları bilinçdışına giden “kral yolu” olarak niteler.
Freud’un 1900 yılında ilk baskısı yapılan rüyaların yorumlanması konusundaki kitabı bugün bile bu alanda yazılmış değerli bir eser olarak kabul edilmektedir. Bilim dünyasında ilk kez, rüyaları metafiziğin alanından çekip çıkararak onlara dinamik psikoloji disiplini içinde hak ettiği yeri veren bilim adamı olmuştur. Ona göre rüya, uyku sırasında oluşan varsanı (hallüsinasyon) niteliğinde bir yaşantıdır. Rüyanın uyandıktan sonra hatırlanabilen kısmına “rüyanın belirgin içeriği” adını vermiştir. Bununla birlikte belirgin içerik ancak karışık bir ruhsal olaylar dizisinin son ürününü oluşturur. Bu olayı anlayabilmek için daha önce tartışılmış olan ruhsal aygıtımızın bazı özelliklerine geri dönmek gerekmektedir. Daha önce bilinçdışının boşalıma ve doyuma erişmek için bilinci zorlayan içgüdüsel istek ve gereksinimlerle dolu olduğuna değinmiştik. Bunların içinde, şu ya da bu nedenle, doyurulması benlik (ego) tarafından uygun görülmeyip bilinçdışına bastırılanlar orada korunmakta ve birikmektedir. Uyku sırasında benliğin gerçeklikle ilişkisi zayıflamakta ve böylece bilinçdışı yasaklanmış isteklerle ilgili uyanaklılığı azalmaktadır. Boşalmak için fırsat kollayan bu istekler ise uykuda benlik tarafından çok daha gevşek bir sansür uygulandığı için bilince çıkmaya hazır durumda beklemektedir.
Yorumlama
Psikanaliz ve psikanalitik yöntemli psikoterapilerde analistin ve terapistin en önemli tedavi aracı ve silahı yorumlamadır diyebiliriz. Birçok şeyi hastaya yorumlamak ancak uygulamada kazanılacak bir yetenektir. Bu tıpkı apandisit ameliyatında uzman olmaya benzer. Bir kişi bu ameliyat hakkında birçok kitap okumuş, bunun tekniğine ait sayısız konferans dinlemiş, seminer izlemiş olabilir. Ancak pratik denemeleri olmaksızın bu kuramsal bilgiler işe yaramaz. Psikoterapide de yorumu zamanında, uygun ve doğru bir biçimde kullanmakta böylesi bir deneyim gerektirir. Genel olarak söylemek gerekirse birtakım savunmaların yorumları bilinçdışı çalışmaların yorumlarından önce yapılmalıdır. Her şeyden önce hastanın kendisini iç çatışmalarına karşı ne gibi gerçeğe uymayan yollarla savunduğunu görmesine yardım etmek gerekir. Bir kez bu savunmalar anlaşıldıktan sonra çatışma bilinç düzeyine daha yakınlaşmış olur. Bundan sonra nihai yorumlara zemin hazırladıktan sonra uygun zamanda bu yorumlarda yapılabilir. Yorumları anlayabilmek ve içsel yaşantılarını buna göre yeniden değerlendirip kullanabilmek açısından da kişiden kişiye büyük farklılıklar vardır.
Tedavinin Sonuçlanması
Kuramsal olarak tedavi, hastanın çatışmalarının büyük bir kısmı hakkında içgörü kazandığı ve bunları uygun bir biçimde çözümlediği, terapisti ile ilişkisinin aktarım yerine normal bir nesne ilişkisi niteliğine dönüştüğü noktada sonlandırılır.
Aktarım ilişkisi çözümlenmemiş hasta, terapisinden bağımsızlaşır ve ona karşı gerçeğe uymayan geçmişteki ilişki tarzları ile ilgisiz, olgun ve normal tepkiler göstermeye başlar. Çocuksu iç çatışmalarını karşı kullandığı savunucu tutumlar artık davranışını etkilememekte, daha bağımsız ve daha olgun bir düzeyde yaşayabilmektedir. Terapist, hastaya ego olgunlaşmasının tüm yaşam boyunca süreceği ve tam anlamı ile dingin kalabilmek için hiçbir zaman yeterli bir içgörü sağlanamayacağı hakkında güvence vermelidir. Benzer şekilde, günün birinde anlamakta güçlük çektiği herhangi bir durum karşısında tekrar terapistini arayabileceği de belirtilir. Ancak bu güvencenin yaşamın herhangi basit bir güçlüğü karşısında hemen tedaviye sığınmak olmadığı da açıklanmalıdır.
Tüm kısa psikoterapilerin ortak yöntemi
A) Tedavi süresi kısıtlı
B) Sonuç önceden planlanmış
C) Hasta ve terapist bir odak üzerinde anlaşırlar
D) Terapist, normalden daha aktiftir ve teknikler konusunda esnektir
Bu son maddeden de anlaşılacağı gibi kısa psikoterapilerde birçok tedavi yönteminin birlikte kullanımının gerekli olduğunu düşünülmektedir. Birçok yazar, tedavi odağının hastalık belirtileri olduğunu noktasında birleşmektedir. Daha sonra davranışçı tedavi kuramcıları tedavi odağının gözlemlenebilir davranış olması gerektiğini vurgularlar. Hemen
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir
Ekleyen: Berke

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.